MediaCat

Yolun sonu görünüyor

Kâbus gibi iki ayı geride bıraktık. Özellikle Ağustos ayında yaşadıklarımız distopik pek çok romanı doldurabilirdi. Bu kadar çok şeyi üst üste yaşadıkça kanıksıyor, kısa sürede de unutuyoruz. Bu yüzden de yazmak, kayıt altına almak istedim ki en azından zaman zaman dönüp geriye baktığımızda hafızalarımızı tazeleyelim.

Yolun sonu görünüyor

İki yıldır mücadele ettiğimiz pandeminin üzerine Akdeniz ve Ege kıyılarımızdaki orman yangınları, arkasından Karadeniz’de sellerle gelen felaketler… Doğu ve Güneydoğu illerimizdeki yangınlar -ki onlar gündem bile olmadı. 2021 Ağustos ayındaki yangınlar belki de tarihimizdeki en büyük yangınlardı. Antalya’nın Manavgat ilçesindeki ormanların neredeyse tamamı yandı. Marmaris yangını 14’üncü gününde kontrol altına alınabildi. Milas yangını 11 gün sürdü. Yangınlar ve seller insanlarımızın, doğamızın, hayvanlarımızın yanı sıra insanlığımızı da büyük oranda yuttu.

Yıllardır bilim insanlarının iklim krizi konusundaki uyarılarına kulak tıkayan hükümetler, siyasetçiler, karar vericiler ve sanayicilerin hırsı insanlığın çılgınca tüketimiyle birleşince yolun sonuna daha çok yaklaştık, yaklaştıkça doğanın çağrısı daha şiddetli gelmeye başladı.

Söz konusu doğal felaketler sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde yaşanıyor. Türkiye’deki durumu ağırlaştıran, dünyadaki örneklerinden farklı kılan şuursuz bir rant hırsı, yağma ve talan kültürü. Yıllardır bir avuç insan sivil toplum örgütleriyle birlikte memleketin ormanlarını, dağlarını, kıyılarını savunmaktan yoruldu. Yaşadığımız son felaketlerde de bu bir avuç insan her tarafa koşturdu.

Sınıfta kaldık

Büyük bir sınavdı özellikle Ağustos’ta yaşadıklarımız. Performansımız ise berbattı. Bir kez daha gördük ki ülkedeki siyasi kutuplaşma her şeyin önünde, felaketlerde bile. Artık afetler bile bizi birleştiremiyor. Haliyle faturası da çok ağır oldu. Örneğin, erken müdahalelerle kısa sürede söndürülebilecek yangınlar bu kutuplaşma yüzünden çok büyük alanlara yayıldı.

Tüm bu süreçte yüreğimize su serpen tek şey insanımızın dayanışma gücüydü. Gönüllüler sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte günlerce hatta haftalarca yangın ve sel bölgelerinde mücadele ettiler. Sonrasında evleri, köyleri yanan insanların ihtiyaçları için seferber oldular. Şehirlerden yardım malzemeleri yağdı. Bu yardımlaşma ve dayanışma sürecindeki en dikkat çeken nokta insanların devlet kurumlarından çok yardımı doğrudan ulaştıracak organizasyonlara, platformlara yönelmesiydi. Kamu kurumlarına olan bu güvensizliğin nedenini araştırmak ise oraları yönetenlerin işi.

Medyanın afetlerle sınavı

Ülkenin dört bir yanında insanlar doğal felaketlerle boğuşurken medyamız eğlence programlarına devam etti. Haber kanallarında her zamanki gibi aynı üç-beş kişi saatlerce incir çekirdeğini doldurmayacak meseleleri tartıştı. Televizyon kanalları, gazetelerin çoğu toplumdan felaketleri gizlediler ya da hafifleterek verdiler.

Medyanın büyük bölümündeki bu tavır yetmezmiş gibi Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yangın haberlerini gündemine taşıyan, halkı bilgilendiren çok az sayıdaki televizyon kanalına cezalar yağdırdı.

İnsanlar afetlerle ilgili haberleri büyük oranda sosyal medyadan takip etti. Yardım talepleri buradan duyuruldu. Ancak yangınlar yayıldıkça yabancı ülkelerden yangın söndürme uçakları, yardım talep etmek ve dünyanın dikkatini çekmek amacıyla başlatılan “Help Turkey” kampanyasına destek veren insanların bazılarına soruşturma açıldı.

İnsanlığın geleceği tehlikede

Tüm bu felaketler sürerken Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Altıncı Değerlendirme Raporu yayımlandı. Rapordaki uyarılar çok ciddi. Dünyanın önemli iklim bilimcilerinden Michael E. Mann, IPCC raporundan yola çıkarak artık yolun sonunun göründüğünü belirtiyor. İklim krizi konusunda insanlık hemen harekete geçmezse daha büyük orman yangınları, daha şiddetli kasırgalar, daha yakıcı sıcak hava dalgaları, daha fazla su baskınları olacağını söyleyen Mann, “Kirletenlerin gecikmesi yüzünden hepimiz bedel ödemeye başladık” diyor.

Peki tüm bu felaketlerde bizler ne yapabiliriz? Bilim insanlarına göre tek tek bireyler olarak ne kadar mücadele etsek de bu sorunun üstesinden gelmemiz mümkün değil. Her birimiz seçilmiş siyasileri, hükümetleri, iş dünyasını, karar vericileri harekete geçiremezsek ne yazık ki her geçen yıl sona biraz daha yaklaşacağız.

2009 yılında Bob Geldof, Cannes Lions’ta bir konuşma yapmıştı. Kendisi ve sanatçı arkadaşlarının tüm çabalarına karşın küresel ısınma konusunda dünyadaki hükümetleri, karar vericileri ikna edemediklerini, yaratıcıların bu zorlu görevde rol almaları gerektiğini söylemişti. Salonda bulunan insanlar bu konuşmadan çok etkilenmişlerdi. Ancak korkarım ki konuşulanlar o salonda kaldı.

İki soruyla başlayabiliriz: Çalıştığımız, hizmet verdiğimiz şirketler karbon emisyonu konusunda ne durumda? Bunu nasıl azaltabiliriz? Pek çoğumuz son zamanlarda dilimizden düşürmediğimiz “purpose” projelerine odaklanmışken iletişim için harcadığımız çabayı üretim süreçlerinin temizlenmesi için de harcayabiliriz.

*İklim krizini, birbirinden çarpıcı tasarımlara dönüştüren Kenan Ünsal ve ekibine çok teşekkür ediyorum.

Önerilerim

#Roman
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

Milan Kundera’nın 1984’te yayımlanan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı bir kitap olmanın ötesinde düşünsel bir sorgulamadır. Özellikle bu çağda kendimize sormamız gereken önemli bir soruyu temel alır: İnsan doğanın hâkimi, efendisi midir? Kundera kibir getiren bilimsel ve teknik buluşlara rağmen insanın aslında hiçbir şeye sahip olmadığını, ne doğanın ne tarihin ne de kendisinin efendisi ya da sahibi olmadığını sorgular roman boyunca.

Kitapta beni en çok etkileyen bölümlerden birini paylaşmak isterim: Nietzsche bir gün bir arabacının atını kırbaçladığını görür. Atın yanına gider, kollarını hayvanın boynuna dolar ve gözyaşlarına boğulur. Milan Kundera’ya göre Nietzsche attan Descartes adına özür diliyordur. Nietzsche’nin deliliğinin (yani insanlıktan son ve kesin kopuşunun) at için gözyaşlarına boğulduğu o an başladığına inanır Kundera ve devam eder: “İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı onun, merhametine bırakılmışlara davranışında gizlidir: Hayvanlara. Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır, o kadar temel bir yenilgi ki bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.”

Yaşayan son varoluşçu olarak kabul edilen Kundera’nın romanı 1988 yılında Philip Kaufman tarafından sinemaya uyarlandı. Filmi izlerken de tıpkı romanı okurken olduğu gibi sürekli “ben”in nerede başlayıp, nerede bittiğini sorgularız. Ruhun dipsiz bucaksızlığı karşısında hiçbir şaşkınlık yaşamazken, “ben”in ve kimliğin belirsizliği karşısındaki şaşkınlığımıza şaşarız.

Başrollerinde Juliette Binoche, Lena Olin, Daniel Day-Lewis’in yer aldığı film aynı zamanda tarihin önemli bir dönemine de tanıklık etmemizi sağlar.

#Film
Sophie’nin Seçimi

Bugün size sinema tarihinin klasiklerinden birini önermek istiyorum: Sophie’s Choice ya da Türkçe çevirisiyle Sophie’nin Seçimi. Amerikalı ünlü yazar William Styron’un aynı isimli romanından 1982’de sinemaya uyarlanan Sophie’nin Seçimi zamansız bir filmdir.

Edebi dili ve yazım tekniğiyle Ernest Hemingway’in varislerinden biri olarak gösterilen Styron’un 1972’de yayımladığı roman Polonyalı göçmen Sophie ile sevgilisi Nathan’ın fırtınalı ilişkisini hikâyeleştirmiş olsa da aslında ele aldığı, insanın/insanlığın içindeki sınırsız kötülüktür. Sophie’nin gizemli geçmişinin izini sürdükçe bu kötülüğün girdiği her yeri saran ölümcül bir habise dönüştüğüne tanık oluruz.

Epik bir roman olan Sophie’nin Seçimi İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geçer. Anlatıcısı Güneyli bir genç, Stingo’dur. Büyük bir yazar olmak hayaliyle New York’a gelen Stingo, Brooklyn’de Yahudilerin yaşadığı bir pansiyona yerleşir. Aynı pansiyonda kalan sıradışı bir çiftle tanışır: Auschwitz’ten kurtulmuş koyu Katolik Sophie Zawistowski ve yetenekli Yahudi sevgilisi Nathan Landau.

Filmin başrolünde müthiş performansıyla Merly Streep vardır. Bu rol Streep’in sinema kariyerindeki en önemli kilometre taşlarından biridir.

Filme ve kitaba ismini veren bölüm Sophie’nin kızıyla oğlu arasında yapmak zorunda kaldığı “seçim”dir. Bu, romanda sadece yedi sayfalık bir bölüm, filmde ise dört dakikalık bir sahnedir. Ancak o kadar etkileyicidir ki 732 sayfalık kitabın kalan bölümleri ya da filmin diğer tüm sahneleri bu “seçimin” okurda/izleyicide yarattığı ağır yükü dengelemeye çalışır.

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.