MediaCat

Yemek bir sanattır

Ruhun ortada olmadığı yerde sanat ile zanaatın ne farkı kalır? Beden kazandı, ruh gitti derken onu diyorum işte. Bak iki adam aynı şarkıyı söylüyor. Neden birine sanatçı diğerine şarkıcı diyoruz? Sanatçıda ruh kendisini açığa çıkarıyor da ondan.

Sanat diye bir şey kalmadı memlekette dedi. Baksana, yemeğe bile sanat diyorlar. Ona bakarsan dedim, tırnak boyamaya bile sanat diyorlar. Nail art diye bir şey duymamış olacak, anlamadan devam etti. Sanat yok sadece sanat üzerine konuşmalar var. Peki dünyada diye sordum. Yok dedi. Orada da bitti. Bedenin ruha galip geldiği yerde sanat mı kalır? Ne kalır peki, bedene tapınmak kalır. Bak şimdi her şey bedensel hazza göre tarif ediliyor. Yemek yemek yetmiyor gurmelik lazım bize. Oburluğun estetize edilişine bakar mısın? Paylaşmayı, aç komşuyu, kursağından geçen lokmanın haramını helalini yani meşruiyetini konuşmaya ayırmadığı vakti, üzerindeki biberiyenin güzelliğine ayırıyorsun. Beden, ruhu işte böyle işgal eder. Yahu keyif kelimesinin kullanım sıklığına ve kullanım yeri yelpazesindeki genişlemeye ne demeli? Adamlar keyifli bir ev diye satış ilanı veriyorlar. Keyif Arapça iyi ruh hali demek, insanda ruh hali iyi kalmadı evin kendisinden keyif bekleniyor. Sıfatı atadığın nesne öncelik sıralamasını ele vermiyor mu, evden iyi ruh hali bekliyor insan, kendinden başka her şeyden beklediği gibi. Yemekten de onu bekliyor, başka insandan da… Yeni yetme bir ünlü çıkıyor, keyifli bir ilişkimiz var diyor televizyonda. Keyif ancak ruhun beslenmesiyle mümkün oysa. Bunun tek olurunun fikrin tatmininde olduğunu unutmuş olduğundan, bedenine iyi gelecek şeyle rahatlamanın derdine düşüyor. Hoş geldin narkotik dönem!

Sanat bir arifedir oğlum

Sağlıklı olmak yetmez oldu, wellness arıyor bizimkiler. Her sabah kör karanlığında GYM’de koşanları düşün, buna karşın kütüphaneler bomboş. İçimden bir of çektim, biraz demode buluyordum tezlerini, hemen anladı, içimden değil dışımdan çekmişim gibi o of’u bana acıyla gülümsedi. Sen inanma dedi. İnsanın zaten sonu olacağını bildiği bir bedeni yaşatmaya çalışmasından daha gülünç ne olabilir? Ne yapalım diye soracak oldum. Yaşamaktan mühim işler bulmak gerek dedi. O ne demek dedim. Dur dedi, önce sanat nereye gitti, ona bakalım. Harbiden usta nerede ki? Ticaretin emrinde dedi. Spekülasyon, tablo, banka falan anlatacak sandım. Öyle değil dedi. Sanatın misyonu artık sanayiyi estetize etmek. Ürünü güzelleştirmek için var. O işe yarıyor. Endüstri ve teknoloji, kapitalist medeniyeti sırtlayıp götürüyorlar. Sanatı da kendilerine payanda etmişler. İlk başta sol sağ dengesi varken bu kapitalizm işin felsefesine de ihtiyaç duyuyordu. Ondan bir fikriyatı vardı. Tezi antitezi bir şeyi. Yok aydınlanma yok iktisat teorisi Adam Smith, Keynes falan. Şimdi gerek yok. Öbür türlüsünü soran eden de kalmadı. Alternatif bir yaşam öneren de. At ağanın göt ağanın derdi babam. O hesap. Yüklediler dünyayı hurda arabasına, doğru pazara. Değişim umudu demiyorum bak, değişimin bir teklifi bile yok. Bundan söz ediyorum. E o vakit sanat neyi muştulayacak?

Teslim etti ırzını anlayacağın. Sanat bir arifedir oğlum, bayramın öncesinde durur. Sürekli bir beklentiyle yaşar. Yarın sabah bayram olacak. Sen onun adına devrim de, kavga de, Fransız misli ihtilal de. Ama değişimin şafağında söküyor işte. Eskiler barika-i hakikat derler. Hakikat güneşi yani. Yalanların ardından gerçek parladıkça sanatçı devinir. Gökyüzünü düşün. Yıldırımlar, kayan yıldızlar, şimşekler. Rahim işte. Rahmet yağar ya rahmet-i vasia. İşte öyle gebe kalacak sonra doğuracak sanatçı yoksa geçmiş olsun. Tüp bebeğe kesti ortalık. Herifçioğlu kaleydeskoptan hallice ekrana kayan şekiller yükleyerek Dali gibi geziyor ortada. Yani dedim abicim, nerede bu sanat. Oğlum mal mısın sana diyorum diye dişlerini sıktı. İşte insanlığın estetik adına ne kadar kazanımı varsa sanayiye çalışıyor. Estetik bordrolu oldu. Şu iPhone kutusuna bak dedi. Aha bak Rembrandt gibi. Curve televizyonu gördün mü mübarek Goya gibi kıvrılmış. Nereye gitti sanat diyor. Bundan âlâ sanat mı olur. Binalar yapıyoruz, arabalar, uçaklar, mobilyalar, tasarım dediğin şey yani komple sanatın kendisi oldu. Ama sanat değil usta, zanaat o diyecek oldum. İkisini ruh ayırır, ruh nerede oğlum diye ağzıma tıkadı lafı. Ruhun ortada olmadığı yerde sanat ile zanaatın ne farkı kalır?

Beden kazandı, ruh gitti derken onu diyorum işte. Bak iki adam aynı şarkıyı söylüyor. Neden birine sanatçı diğerine şarkıcı diyoruz? Sanatçıda ruh kendisini açığa çıkarıyor da ondan. Ruh görünür olduğunda sanat var. O halde hem ruh görünecek hem de onu görmeye yatkın gözler olacak, etrafta ikisi de gittiğinde ne olur? Ne olur… Elinin körü olur. Ne diyorum sana bu yeni endüstrinin soğuk tasarımlarında sanatın bugüne kadar edindiği her türlü estetik normun bilgisi var ama sanatın kendisi yok. O halde insanlık ne yaptı, kendisini geliştirecek, dönüştürecek, belki de başka bir yaşama imkânı sağlayacak yegâne kudretini aldı, gitti düşmanın eline verdi. Medeniyet böyle dondu işte. İnsanlık ne biliyorsa ne öğrendiyse topraktan, doğadan, yaşadıklarından, harplerden ve acılardan, hepsini götürdü mega machine’e teslim etti. Derdi günü ürettiğini güzelleştirmek. Neden, daha çok tüketebilmek için. Asıl tükettiği kendi tanrısal yaratım kabiliyeti aslında. Görüyor musun intiharı? Ört ki ölem!

Bir insan niye delirir?

Halbuki açıdan, geometriden, simetriden yahut harmoniden, notadan, en olmadı uyaktan, aruzdan delirmek de var ya. Ya da bir reklam yazıp çeker oynarsın. Hepsi içinde olur. Heyt be dedi şu Japon ciplerini gördün mü, Osman Hamdi bok yesin. Kırtasiyeden değil, nalburdan boyasını alan Cihat Burak geldi aklıma. İçim sızladı. Asmalımescit’te tel ızgarada uskumru pişiriyorlar. Kokusuna imrenerek eskizler çiziyor Cumhuriyet Meyhanesi’nde. Fikret dedim. Mualla’yı kastederek, çektiği sefaleti düşününce falan diyecektim. Usta Fikret Enisi sandı. Aktedron Fikret, gerçek adıyla Fikret Enisi Andoğlu, Türkiye’nin “alaylı” ilk ekspresyonist ressamı. Aktedron niye kaldıramamış bu dünyayı düşün dedi. Ümit vardı bizim Bayazoğlu o anlatırdı. Annesi bu Fikret’i Elmadağ’da bir garsoniyerde bulduğunda, yaşayan bir ölü gibiymiş. Yüzü, gözü, ağzının içi cılk yara. Neresini kaşısa kanıyor, yaraları hiç kapanmıyormuş. İkide bir kara-yeşil safra kusuyormuş. Anası ölümün eşiğinden aldığı çocuğunu bir küfeciye yükleyip evine taşımış. Sonra çarşıdan bir sandık alıp içine yerleştirmiş. Altına ördek verip, başında kırk gün kırk gece tespih çekmiş. Fikret’in “Delirium”u geldi mi, sandık takır tukur evin içinde geziyormuş.

Kırkıncı günün sonunda Fikret Enisi ağlaya ağlaya sandıktan çıkmış. İşte biz o sandıktayız şimdi bildin mi? “Delirium”umuz da gelmiyor, öyle mal gibi duran sandıklarız. Ha insan ha eşya. Ne için delirdi bu adam sormaz mısın? Bir insan niye delirir oğlum. Diş değil, tırnak değil. Delirmek bile güç artık diyordu Ece. Böyle böyle azalıyor voltajı insanlığın. Ulan bunu bize yine Almanlar yaptı biliyor musun, geçen yüzyıl başında tutturdular bir Bauhaus Akademi diye bir şey kurdular. Sanatı galeriden, heykelden çıkarıp sokağa taşıyacağız. Bir ürün sadece faydalı değil, aynı zamanda güzel de olacak dediler. İş terse döndü. Ürünler aynalı ama galeriler boşaldı. Fakat usta mesela her yer galeri her taraf tiyatro müze İstanbul’da, her ay üç bin yeni kitap geliyormuş kitapçılara diyecek oldum. Kaşını kaldırdı. Şekil şükül dedi. Başka bir şey değil. Okuduğun o kitaplardan aklında tek bir söz kalmıyorsa, açılan sergilerden bir tek sanat akımı doğmuyorsa bu trafikten kimseye bir hayır gelmez dedi. Ne peki bunlar o zaman dedim. Yar bana bir eğlence dedi. Yani dedim. Yani dedi. Ben sana hayran sen cama tırman! Ne diyordu Ulus Baker: Akşam biraz fazla içmişiz ama ne maceraydı.

Al sana vaziyet.

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.