MediaCat

“İyimser gerçekçiyim”

Yeni kitabı Ressamın İsyanı: Caravaggio’yu okurlarıyla buluşturan Gündüz Vassaf’la ilerlemek için ihtiyaç duyduğumuz sorgulamalara, vazgeçilmişlik sendromunu aşmaya, geleceğe ve yaratıcılığa dair sohbet ettik.

"İyimser gerçekçiyim"

Tesadüf bu ya Gündüz Vassaf’la, yedi yıl sonra yayımlanan yeni kitabı “Ressamın İsyanı: Caravaggio”nun çıktığı gün bir araya geldik. Yeni kitap heyecanını da sırtlayarak, yaratıcılığa, insanlık olarak sorduğumuz yanlış sorulara, yanlış meraklarımıza, vazgeçilmişlik sendromumuza ve Vassaf’ın iyimser gerçekçiliğine dalış yaptık.

Sormamız gereken sorularla başlayalım hocam. Coşkun Aral yıllar önce MediaCat’e verdiği röportajda insanlık merak ederek ilerler, bizim eksikliğimiz meraksızlığımız diyordu. Siz ise yanlış şeyleri merak ettiğimizi, yanlış sorular sorduğumuzu söylüyorsunuz. İlerlemek için ne tür yeni sorgulamalara ihtiyacımız var?

Merakla ilgili not düşerek başlayayım. Uzayın derinliklerine giden James Webb’in fırlatıldığı gün şöyle bir şiir yazmıştım: “Sen, meraklı insan! /Aklın mucizesine benzemez evren./ Düzene düzen vere vere /anlamlı mı kıldın sence dünyanı?/ Zorlama yaşamı,/ rahat bırak kaosu! /Ama kimle konuşuyorum!/ İnsanım işte/, Merakımdan çatlayacağım/. Evrene saldığım James Webb’le,/ Meçhulun beklentisinde…”

Soruya dönecek olursak, biz 2 uca gittik galiba. Biri uzayın sonsuzluğu, öbürü de “ben”. Ben kimim, ben neyin nesiyim? Delphi Tapınağı’nda olduğu söylenen, Socrates’in “Kendini tanı” sözü… Aradan iki binden fazla yıl geçti. Hâlâ kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Aydınlanma’dan beri artan bir şekilde yapıyoruz bunu. Şimdi devreye modern psikologlar, yoga ve kitaplar girdi. Bu denli zaman ve para harcamamıza rağmen hâlâ kendimizi öğrenemedik. Bir türün kendisine ilişkin içgörü sağlaması imkânsız bir şey. Çünkü kendi bilincimi anlayabilmem için onun dışına çıkmam gerekiyor ki bunun için de ancak tanrı olmam lazım. İşte bu yüzden bu iki uç arasındaki dünyamızı tanımakta sınıfta kaldık. O kadar sınıfta kaldık ki, Amerika Bilim Vakfı’nın 2019’daki bir araştırmasına göre -2021’de de durum değişmemiş- ABD’deki yetişkin Amerikalıların yüzde 23’ü Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüne inanıyor. Yine National Dairy Association’ın bir araştırmasına göre yetişkin Amerikalıların yüzde 7’si çikolatalı sütün kahverengi inekten geldiğine inanıyor. Bunlar çuvalladığımızı gösteriyor. 21’inci yüzyılda türümüz, hem de Batı uygarlığının lider ülkesinde, evren ve doğayı ancak bu kadar tanıyabiliyor.

İlgilenmiyoruz, merak etmiyoruz. Çuvallamamız bir anlamda normal çünkü bir türün dünyaya bakışının değişmesi zaman alıyor. Aydınlanma’dan 150 yıl sonra İngiltere’de -ve diğer Hıristiyan ülkelerde- temel inanç, Dünya’nın M.Ö 4004 yılında yaratıldığı idi. Gününü de bilmişler! 24 Ekim. Bunu yıkan da jeoloji oldu ama tabii ki vakit aldı. Çok genç bir türüz. Afrika’dan çıkalı yaklaşık 70 bin yıl oldu. Emekleme çağında bile sayılmayız. Gezegenli bilincimizin oluşması zaman alacak. İklim kriziyle ve nükleer silahlarla dünyanın sonunun gelebilecek olması ve bir de şimdi yapay zekânın denetimimizden çıkması olasılığına gecikmiş duyarlılığımız gezegenimizde son şansımız.

Vazgeçilmişlik sendromumuz (biz adam olmayız düşüncesi) olduğundan bahsediyorsunuz. Bu sendromdan nasıl kurtulacağız?

Amerikalı Psikiyatrist Robert Jay Lifton’ın beni uzun yıllardır etkileyen bir sözü var. “İnsan niçin yaşar?” sorusuna “ölümsüzlük” diye cevap veriyor. Türümüzde hep bir ölümsüzlük merakı olmuş. Dini aitlikler bir şekilde ölümsüzlük yolunu açıyor. Lifton ayrıca kalıtımsal ölümsüzlük, yaratıcı ölümsüzlük ve tarihi ölümsüzlük var demişti ki beni en çok etkileyen sonuncusu oldu. Her yaptığımla, her söylediğimle günümün tarihini yaratıyorum. Ve bunu her söylemediğimle ve her yapmadığımla da yapıyorum. Bu bize bir megalomani değil, tam tersine tarihsel bir sorumluluk veriyor. Belki de bu, vazgeçilmişlik sendromundan kurtulmanın yoludur.

Bekir Ağırdır, “Gençlerin gelecek algısı çok daha kısalıyor ve ülkenin 3’te 1’i üç yıldan, 36 aydan sonrasını tahayyül edemiyor” diyor bu ayki söyleşisinde. Siz gelecek için umutlusunuz. Bu umudun içini gençler için nasıl doldurursunuz?

Türkiye’de geleceği görmektense daha çok geçmişe dalıyoruz. İster Osmanlı tarihi ister din ister eski siyaset biçimlerini tekrarlamak olsun… Türkiye’deki gençlerin aklında daha çok Batı ülkelerindeki gençlik var. Çünkü orada düzenin raf ömrünü tamamladığını gördüler ve artık “İktidar, politikacılar, sermayedarlar, bayrak şovenizmi bana gölge etmesin, başka ihsan istemem” görüşündeler. Gezegenli bilinci de oradan gelmeye başladı. Tabii avcı toplayıcı toplumlarda da bu bilinç kutsaldı. Bu bakış, demokrasinin kapitalizmi kontrol edememesiyle ilerledi. Bu ülkelerde, 30-40 yıl önceki demokrasi yok artık.

Olumlu düşünmemin diğer sebebi yine Batı gençliğinden. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, cepheden kaçmak isteyen gençleri vatan haini diye kurşuna dizdiler. Aradan 100 yıl geçmeden, türümüzün tarihinde ilk defa mecburi askerlik kalktı. Çünkü devletler artık o gençlerin savaşacaklarına güvenmiyorlar. Milli Savaş Bakanlıkları, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Milli Savunma Bakanlıklarına dönüştü. Keza yine bu ülkelerde vicdani ret bir hak olmaya başladı. Bu da türümüzün tarihinde bir ilk. Bunlar, barışa doğru muhteşem bir gidiş. Ben buna “iyimser gerçekçilik” diyorum.

Ahlak ve din çok yan yana yürüyen iki kavram. İskandinavları ahlaksız ya da yoz olarak tanımıyoruz. Dünya Mutluluk Endeksi’ne göre dünyanın en mutlu insanları Helsinki’de yaşıyor. Ama artık tapınaklar kapanıyor, kiliseleri iflas ediyor. Dinsiz değiller, dinleri yok. Ama kuvvetli bir toplumsal dayanışma ve sosyal devlet var. Sovyetler’de Genç Öncüler, Almanya’daki Hitler gençliği, Mao’nun Kızıl Muhafızları… Bu tip ideolojiler artık yok ve olamaz. Artık yeni ideolojiler olursa mantığa, sorumluluğa daha yakın olacak. Tüm bunları gördükçe de iyimser gerçekçiyim diyorum. Tarihe “nereden geldik nereye gidiyoruz”u anlamak için bakmalıyız. Özgürlüğümüzü kadınlarla da arayacağımız sonsuz konu var. Ama son yüzyıl içinde nereden nereye gelindiği müthiş bir aşama. Tarihteki bu ilerlemeyi göstermeye kimisi whitewashing ya da Polyannacılık diyebilir. Oysaki tarihe bu şekilde bakamıyorsak, günümüz için çok bencil ve sabırsız; haklarımızı almak için ise saldırgan ve hoşgörüsüz olabiliyoruz.

Siz 68’de genç oldunuz. Bugün “değişim” denen şeyin tetikleyicileri çok farklı. Sosyal medya, yapay zekâ, metaverse… Hepsi işin içinde. 2023’te sistemsel bazda bir değişimi nasıl hayal etmeliyiz?

Çok zor bir soru çünkü geçiş dönemindeyiz. Bir ayağımız tanıdığımız bir dünyada, yüzlerce yılın oturmuşluğunda güven veren bir yerde. Ancak diğer yanda küresel iklim krizi, nükleer silahlarla birlikte raf ömrünü tamamlamakta olan bir düzen var. Böyle bir durumda, nasıl bir gelecek istediğimizi bilmek çok zor. Benim yapabildiğim ancak “sorgulamak”. Tabii gelecek için düşlerimin zararlı olup olmayacağından da hiçbir zaman emin olamam. “Hele bir şundan kurtulalım da yarın bakarız” bakışı yetmiyor bana. Bir şeye karşı çıkarken, yerine neler gelebilir, onu da düşünmek istiyorum.

Gelecek fikrine yönelik en büyük tehditler neler sizce?

Herkes aynı üçlüyü sayıyor: iklim krizi, nükleer silahlar ve yapay zekâ. Ben de ezberden bu üçünü söylüyordum ama şimdi düşününce gelecekle ilgili korkum “benim sorumsuzluğum”. Çünkü mesele bunların gerçekleşmemesi için bir risk almak. Mesela Greta 11 yaşında bir risk aldı. İşyerimizde, okulumuzda, ailemizle, sevdiklerimizle o riski almaktan korkuyoruz hatta belki aklımızdan bile geçmiyor. Beğenmesek de o kadar sırtımızı dayadığımız bir alanımız var ki… Oysaki tarih, icatlar, biyoloji, edebiyat risk alan insanlarla ilerliyor. Bugün yeni kitabım “Ressamın İsyanı: Caravaggio” çıkıyor, dünyama kapandım yedi yılda yazdım. Bu bir risk miydi? Belki kimse okumayacak, ama 400 yıl sonra da olsa, ona ve Giordano Bruno’ya yapılan adaletsizliğe hesap sormadan sessiz kalamazdım.

Madem söz kitabınızdan açıldı, yaratıcılıktan bahsederek bitirelim. Yaratıcı kimseyi nasıl tanımlarsınız? Yaratıcılığı, az önce konuştuğumuz değişim sürecinde, nasıl bir güç olarak görürsünüz?

Sanırım Beckett’ın bir sözü vardı; “Hepimiz deli doğarız fakat deli kalabilmek çok güçtür”. Çocuklardaki yaratıcılığı hepimiz görüyoruz, yetişkinlere benzemeye başladıkça o yaratıcılığın nasıl köreldiğini de… Hatta düzenin, dinlerin, egemen kültürün bu yaratıcılığı nasıl susturduğunu da biliyoruz. Nazım Hikmet’in “Çocuk gibi şaşarak yaşamak” dediği gibi… Yaratıcılık işte o… Ve onu yaşatmak lazım. Bu da risk almaktan geçiyor. Çocuk 6-7 yaşına kadar istediği yerde, istediğini söyleyebiliyor. Biz de diyoruz ki, “Çocuktur, hoşgörün”. Çünkü ondan sonra hoş görmeyeceğiz, tokatlayacağız, hapislere atacağız, işinden olacak… O yüzden değerlerimizin, toplumsal ahlakımızın tepetaklak değişmesi lazım.

“Oyun” kelimesinin üzerinde de durmak isterim. Bir gün oğlum 3-5 yaşlarındayken, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sormuştum. “Oyuncu olacağım” demişti. Tiyatrocu falan değil, oyun oynamak istiyordu sadece. Aslında hepimiz birer oyuncuyuz. Patronculuk rolünü oynuyoruz, işçi rolünü oynuyoruz, beğenmiyorsak değiştirip başka bir oyuna geçiyoruz. Farklı oyunlarda farklı rollerimiz var. Ciddi sonuçları olan oyunlar bunlar. Belki oyuncu olduğumuzun farkına vararak ve oyunu iyi oynamaya çalışarak, gerekiyorsa oyunun kaidelerini değiştirerek yaşamalıyız. Belki bu şekilde bakarsak hem oynamak daha keyifli olur hem de ciddiyetimizi hayat memat meselesi yapıp kendimize, gezegenimize zarar vermekten bir nebze kurtuluruz.

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.