MediaCat

Yalancı insan

İnsanın kendisi olmaktan vazgeçmeden, taktığı maskelerini çıkarması imkânsızdır. Fakat bunun için bitmeyen bir uyumsuzluğu, huzursuzluğu ve hatta münzevi bir yalnızlığı göze alması gerekir.

Kendimizle ancak sebepsiz bir sıkıntının kuytusunda karşılaşabiliriz. Burası acılarımızı dindirmeye çalışmaktan vazgeçtiğimiz, yalnız kalmak endişesinden kurtulduğumuz ve bir olanak olarak varoluşumuzun sınırına doğru yürümeye başladığımız yerdir. Nietzsche’nin bütün duyarlı ruhların ve düşünürlerin “mutlu bir yolculuğu” olarak tanımladığı bu yürüyüş, yabancılaşmaya direnen bir sahicilik arayışıdır. Burada insan hem kendisinden hem de etrafından bir yalansızlık talep eder. Bu âdeta onu derinlere indirecek bir oksijen tüpüdür. Ne var ki, gündeliğin esaretindeki hayat, yani bu girdap, suni bir ruhsallığı varoluş biçimi olarak herkese dayatmaktadır. Düzen insandan iki şey talep etmektedir; sürgit haz alması ve her daim statü yükseltmesi. Düzenin buyruğuna itaat edilerek geçen günlerde dünyanın vaazına kafa sallamak, başkalarının “normalliğine” tahammül etmek derinlik hayalleri kuran insan için giderek işkence haline gelir. Zira o, tırnaklarını kendiliğine geçirerek içinden geçip gittiği o yekpare anın farkında yaşamak ister. Zamanın bedenine her değişinde irkilir.

Bu belki bir sanat eserinin sarsıcılığıdır belki bir kavganın öfkesi belki de bir aşkın heyecanıdır. Ne var ki bunun sokakta karşılığı yoktur. Ne var ki “derinlikli” insan buna rağmen durmaksızın kendisi olmaya can atar. Oysa düzen buna müsaade etmeyişiyle vardır ve acımasızdır. Kendin olmaktan vazgeçmeyişinin cezasını sana sürgit ödetir. İçinde dünyaya parmaklıklar arasından bakan bir ruhla yaşamanın ağırlığından söz ediyorum. İnsanın kendisi olmaktan vazgeçmeden, taktığı maskelerini çıkarması imkânsızdır.

Fakat bunun için bitmeyen bir uyumsuzluğu, huzursuzluğu ve hatta münzevi bir yalnızlığı göze alması gerekir. Bu yüzden hayatın içinde pek çoğumuz buna direnemeyiz. Sıkıntıdan kaçtıkça kendimizden de kaçar, teslim olur, düşeriz. İnsanın sıradanlaşmak için ödediği bu korkunç bedel âdeta ömrüne eştir. Yazık, oysa hayatın devamı kendisine tabi kılınmış bir organ olan kalp, hemen bütün dillerde aşkın ve cesaretin kaynağı olarak tarif edilir. Ölüm ile hayat arasında uçuşup duran bu ince perdenin insanlığın ortak zihninde böyle bir telmihi haiz olması boşuna değildir. Çünkü varlığın ölümsüz hafızası, unutmamamız gereken bir gerçeği bize bilgece yalınlığıyla fısıldamaktadır; hayat aşka ve cesarete bağlıdır. Ne var ki korkaklık gelir önce aklı sonra kalbi öldürür.

“Arkasından Tanrısı çekilmiş” ruhlar

Böyle yaşanan bir yaşam yalandır ve yalanların en ağırı gerçeğin çıplağıyla sıvananıdır. Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti’nin sözleriyle ifade edersek; “Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.” Tıpkı Tanpınar’ın “arkasından tanrısı çekilmiş” dediği ruhları tarif etmektedir.

Somuta indirmeye gayret edeyim. Doğru dürüst bir nedeni bile olmadan, anlamını yitirmiş hayatının ortasında bir adam düşünelim. Evliliğinden, işinden, yaşadığı şehirden, çocuklarından, arkadaşlarından sıkılmış olsun. İşte o her ne ise o olmak istememektedir. Kendisi henüz bu durumla yüzleşmiş değildir. Mutlu bir ailede şefkatli bir baba, iyi bir eş, başarılı bir iş adamı, vefalı bir evlattır. Cemiyetin ona tevdi ettiği rolleri herkes tarafından makul görülecek bahaneler olmadan bırakmanın ihtimalinden bile ürkmektedir. Dolayısıyla içinde çıkan isyanı bastırmıştır.

Hayatını sorgulamaktan ve üzerine düşünmekten kaçar. Kendisini kandırmayı sürgit denemektedir. Bu her zaman tek taraflı değil aynı zamanda dolaylı da bir kandırıştır. Bu yüzden hayatına onayı kendisinden önce dışarıdan talep etmektedir. Varoluş tarzına başkasının gözüyle bakmanın kurtarıcılığına sığınır. Baş edemediği düşünme melekesini devretmiştir. Tasdik için başkalarına yalvarır. Hayatı âdeta bir görücüye çıkma halidir. Dolayısıyla en güzel giysilerini giyer, en özenli makyajını yapar. O kendisine bir hayat uydurmuş topluma takdim etmektedir. Bugünün dünyayı vitrine çeviren iletişim olanaklarıyla bunu o kadar uzun süre ve sıklıkla yapabilir ki bir süre sonra yarattığı yanılsama başkalarının bakışıyla gerçeğin yerini alır. Kendini ötekinde var eden insana böyle geliriz. Şahit vakanın öznesi olur.

En büyük yalan

Peki o sırada hakikat nerededir? O aslında hep bir yerlerde gizlenir. Aşk gibi, ölüm korkusu gibi hesapta olmayan bir sınır durumla karşılaşmadıkça belki de bir daha hiç ortaya çıkmayacaktır. Adam hayatı bir daha yaşamayacak, hep uyduracaktır. Mezarlıklar kendisiyle karşılaşmadan ölüp gidenlerle doludur. Heidegger şimdiden orada diye tarif ediyor. Doğru sualleri sorulmadan yaşanmış bir yaşam daha doğmadan orada olan insanın yaşamıdır. Das Man der. O bir herhangidir. Bu dünyadan geçer gider, bir hoş sedası dahi kalmaz gökkubbede.

Bir gün gelip onun bu durumdan yorulduğunu ve vazgeçmeye karar verdiğini düşünelim. O vakit bir zamanlar gizlemek ve hatta öldürmek için çırpındığı hayatı aramaya başlayacaktır. Kendisinin peşine düşer. Bu dolaysız sahici bir onayın arayışıdır. Cesur bir istekle bir ormana girer. Aramaya ne kadar devam edebilir, bulabilir mi, bulsa da dönebilir mi? Bilinmez. Geç kalınmış bir arayışın kaderi kayboluştur. Sezai Karakoç söylese; “koştum koştum yetişemedim/sanki önümü kapatan bir sütundu zaman” diyecektir. Onetti’nin sözleri adamın uydurarak yaşadığı hayatının her anında doğrulanır. Adam hep bir gerçeği takdim etmektedir.

Ruhu üzerine düşünmediği olguların varlığıyla yetinmektedir. Kapları kendi vehmettiği duygularla doldurur. Hayatının gailesi, sorunları, umutları, hayalleri tamamen gerçektir. Bütün olaylar tam olarak anlattığı gibi cereyan etmektedir. Mutluluğunun göstergeleri (terfiler, güzel bir ev, çocukların mezuniyeti, evlilik yıl dönümleri vs.) tastamam yaşanmış olaylardır. Oysa o herkesten ve kendisinden bir tek şeyi gizler; hakikati.

Ruhun sıkıntısından söz etmeyen bir hayatın takdimi aslında en büyük yalandır. Adam asıl konuşulacak olanı gizlemektedir. Bu gizleme hali onun için bir varoluş biçimi olur. Dolayısıyla hiç yalan söylemeden en büyük yalanı dillendirmektedir. Dahası bir yalanı hayat diye yaşamaktadır. Ona yalancı olduğundan dahi habersiz bir yalancı mı denir, korkak mı, yoksa sadece insan mı?

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.