Söyleşi dizimiz Yaratıcılığın İzinde’de bu ay Müzisyen Bozkurt İlham Gencer’i ağırlıyoruz.
Bozkurt İlham Gencer’i anlamak ve anlatmak için belki de en etkili yol notalar. Çünkü onun hatıra ve tecrübelerini, kelimelerle ifade etmek neredeyse imkânsız. 93 yaşındaki ustanın hayatında birçok milat var. İlk Türkçe sözlü pop şarkımız, Beyoğlu’nda hâlâ piyano çalıp şarkı söyleyen tek müzisyen olması, Ajda Pekkanları, Cem Karacaları, Barış Mançoları meşhur eden Çatı Kulübü günleri… Haftanın yedi günü, üç saat boyunca ayakta piyano çalıp şarkı söyleyen Gencer’le, Pera Palace’ta buluştuk ve müziğe adanmış bir hayatta kaybolduk.
Doğuştan müzisyen, doğuştan Atatürkçü, doğuştan özgürlükçü.
Caz müzisyenleri özgürdürler. Cazda özgürlük vardır, kalıplara girilmez. Klasik müzikte herkes kalıplara uymak mecburiyetindedir, caz ise spontanedir. Caz müzisyenleri, aynı müziği kendilerine göre yorumlarlar.
Evet, ben kendi kendimle yarışırım. Nota bilmiyorum, eğitimim yok. Benim hocam Cenab-ı Allah.
Bir şarkıyı duyduğum zaman, piyanonun başına geçer çalarım. İki sene öncesine kadar piyano çalıp şarkı söylerken diyaframım sıkışıyordu. Kendi kendime dedim ki; Frank Sinatra, Perry Como, Elvis Presley oturarak şarkı söyler miydi? Hayır. Sen piyanist şarkıcısın, neden oturarak şarkı söylüyorsun? İşte o zaman kendimi ayağa kaldırdım ve 82 yıldan sonra caz şarkıcısı oldum.
1956 yılında Hürriyet Gazetesi’nde bir ilan gördüm. Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’nde bir müzayede yapılacak ve Aret Portakal yönetecek. Orada da Steinway kuyruklu piyano ve aynı renkte bir oda takımı olacak. Bir gün sonra soluğu Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’nde aldım. Koç Grubu, Sabancı Grubu hepsi oradalar. Ben de kendi çapımda oradayım. Önce oda takımı çıktı, aldılar. Sıra piyanoya gelince ben Aret Bey’den rica ettim. Dedim ki, “Aret Bey ben Koç’la Sabancı’yla yarışamam, lütfen bu Steinway piyanonun satışını bir gün sonraya bırakır mısınız?” O da kendilerinden rica etti. Aramızda müzisyen ve piyanist İlham Gencer var, bu piyano müzayedesini yarına bırakırsak kabul eder misiniz diye sordu, onlar da kabul ettiler. Ertesi gün gittim ve o zamanın parasıyla, üç yalı yerine o piyanoyu satın aldım. İdealim o piyanoyla bir kulüp açmaktı.
Ben Beyoğlu’nda hâlâ piyano çalan tek müzisyenim. Beyoğlu Belediyesi’ne buradan bir ricada bulunuyorum, adımı burada bir sokağa ya da caddeye versinler. Bana devlet sanatçılığı verilmemesine de çok üzülüyorum. En son, dokuz yıl mücadele verdikten sonra, Etiler’deki Sanatçılar Parkı’na heykelimi koydular. Beş farklı dilde yaptığım bir şarkı var, bunun Türk turizmini güçlendireceğine inanıyorum. Türkçe başlıyorum, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Almanca devam ediyorum. Bestemin adı Musical Letters. Bunu şimdi Müzikli Seyahat olarak da değiştiriyorum ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmaya iddialıyım!
Gayri resmî bir konservatuvardı. Gündüzleri genç müzisyenler -ki o zaman Altın Mikrofon başlamıştı- piyanomda pratik yaparlardı. Bu isimler arasında Ferdi Özbeğen, Timur Selçuk, Barış Manço vardı. Barış Manço’yu bana annesi Rikkat Uyanık Hanım getirmişti. Ayten Alpman ilk talebemdi, ben de onun ilk hocası ve ilk kocası oldum. Bir gün bir telefon geldi, “Ben Ajda Pekkan, İlham Bey beni dinlemenizi istiyorum.” Semiramis Pekkan’la beraber geldiler. Meğerse arayan da Semiramis’miş, Ajda o kadar heyecanlaymış ki kendisi arayamamış. Oturdum piyanoya, ses ver kızım dedim, verdi. Hemen o gece Çatı’da sahneye çıkarttım. Ertesi gün de Site Sineması’ndaki şov programına. İtalyanca söylerdi o zamanlar. Hatta ilk şarkısı, II Cielo In Una Stanza’ydı. Sene 1961. Ben 1949’dan 1962’ye kadar İstanbul Radyosu’nda her gece İlham Gencer’le Tatil Gecesi radyo programını yaptım. Televizyon yoktu, herkes radyo başındaydı. Ajda Pekkan’ı radyo programına da soktum. Radyoda hiç Türkçe söylemezdim. Çünkü denetim yoktu o zamanlar. 20 dakika önce stüdyoya girerdik, ses düzeni yapılırdı. Orkestra, enstrümanlar… Kırmızı ışık yanar, program başlardı. Denetim olmadığı için Türkçe söyletmiyorlardı. Sözsüz müzik olursa mesele yok, yalnız müzik uluslararası bir dildir. Ama işin içine kelimeler girerse kavga da çıkar, darbe de olur. Karakolluk da olursun, ceza da yersin.
Başka birgün bir telefon daha geldi. Cem Karaca’nın babası Mehmet Karaca, Türk tiyatrosunun değerli aktörü. Al bunu, çıkar sahneye dedi. Unchain My Heart’ı söyledi, yıkıldı ortalık. Sonra Cem Karaca, Cem Karaca oldu. Arkasından Ferdi Özbeğen, Füsun Önal geldi. Hatta hiç unutmam Füsun Önal’ı sahneye çıkartacaktım, kılığım kıyafetim müsait değil dedi. O zamanki evim Çatı Kulübü’yle yan yanaydı. Rahmetli eşimi aradım, yeşil bir elbisesi vardı. Füsun Önal o elbiseyi giydi ve onunla sahneye çıktı. Yurdaer Doğulu da Özdemir Erdoğan’la beraber Çatı’da gitar çalıyorlardı. Kalipso Kralı Metin Ersoy da Çatı’daydı. İsmini bile ben koydum.
Ben bu şarkıyı eskiden Fransızca söylüyordum; C’est Ecrit Dans Le Ciel. Rahmetli arkadaşım Fecri Ebcioğlu’na demiştim ki, “Oğlum Fecri bıktım bu yabancı şarkılardan, n’olur yabancı bir şarkıya Türkçe söz yaz.” Ve o şarkı bana kısmet oldu. İstanbul’a gelirken uçakta Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’un sözlerini yazıyor. Ayağının tozuyla Çatı’ya geliyor ve sözleri beyaz piyanonun üzerine koyuyor. Cumartesi gecesiydi, üç kez söyledim şarkıyı, kıyamet koptu. O da ilk Türkçe sözlü bir pop şarkısı oldu.
İlk kaydı 1961’de Yeşilköy’de Gramofon Stüdyosu’nda yapmıştık. Uçak geçse, tren geçse sigorta atıyordu, üç günde yaptık kaydı, geberdik. 58 yıl sonra Muzikotek’le beraber yeniden kayıt yaptık. Beni stüdyoya soktular. Aman Allah’ım, o nasıl bir teknoloji, o nasıl ses! Aynı zamanda Fransızcasını da okudum, plak Fransa’ya da ihraç edilecek.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.