Yavaşlık sadece bir biçim değil, bir duruştur

Ahmet Yeşiltepe, iki yıllık yoğun bir çalışmanın ürünü olan “Türk Dünyası Kültür Atlası” ile ortak belleğin görsel bir haritasını çıkarıyor. Her şeyin hızlandığı bir dünyada gazeteci için yeni soruysa şu: Zamanın ruhuna karşı mı durmalı, yoksa onunla birlikte mi akmalı?

Ahmet Yeşiltepe, yıllardır hem gazeteci hem de belgeselci kimliğiyle sahada tanıklıklarını kalıcı birer hafızaya dönüştüren isimlerden biri. Yeşiltepe’nin son çalışması Türk Dünyası Kültür Atlası ise ideolojik çerçevelerden uzak, ortak kültürel kodları görünür kılan bir başvuru kaynağı. Hız çağında “yavaşlık” fikriyle yayıncılığa yönelen Yeşiltepe ile atlasın hikâyesini ve belgeselciliğin bugünkü sınavlarını konuştuk:

Türk Dünyası Kültür Atlası projenizle başlayalım. Bu fikir nasıl doğdu ve neyi amaçladı?

Kültür Atlası’nın hazırlığı yaklaşık iki yıl sürdü. Bugüne kadar Türk dünyasıyla ilgili konulara genellikle ideolojik bir yafta ile yaklaşılırdı. İnsanlar kendilerini tanımlarken hissettikleri aidiyet duygusunu bir etiketle dillendirmek istiyor. Ben de hayatımın farklı dönemlerinde çeşitli gruplar içinde bulundum, uzun bir süre yurtdışında yaşadım. Sanırım bu durumun getirdiği bir özlemle köklerime, atalarıma ve kültürüme yönelik kodları araştırmaya başladım. Merak duygum sayesinde bu araştırmaları derinleştirdim. Amatörce başlayan bu süreç, okuyarak, sorarak ve yollara düşerek birikim oluşturmamı sağladı. Bu ilgi, zamanla Amerikalıların “profesyonel hobi” dediği bir alana dönüştü ve Türk dünyası araştırmalarına yoğunlaştım. Ancak benim amacım, bu konuyu belirli bir siyasi görüşün tekelinden çıkarıp marjinalleştirmeden ve radikalleştirmeden ele almaktı.

Anadolu’da yaşayan bizler ile Orta Asya’daki akrabalarımız arasındaki kültürel bağları anlamak istiyordum. Bu merakla yaklaşık 6-7 yıl süren bir çabanın ardından yayıncılığa yönelerek belgeseller ürettim. Bu belgesellerin getirdiği birikim ve evde çocuklarımın da talebiyle projeyi bir atlasa dönüştürmeye karar verdik. Bu atlas için iki yılımızı verdik. Çizimleri Berk Öztürk yaptı, ben de hikâyeleri anlattım. Ortaya çıkan eser, bir çocuk kitabından ziyade, havaalanlarından bekleme salonlarına, kültür merkezlerine kadar insanların eline aldığında onları bir yolculuğa çıkaran bir başvuru kaynağı oldu. Amacımız, çocukları gördükleri ikonların ve küçük anlatıların kökenlerini araştırmaya teşvik etmekti. Bu çabamızda Ötüken Yayınları da kitabın sadece ideolojik bir metin değil, bir kültürel birikim kaynağı olması için büyük destek verdi.

Neler öğrendiniz bu süreçte?

Kitapta hem halk anlatılarının hem de görsel kültürün izleri var. Bu atlası hazırlarken anladım ki kültür, sanıldığı gibi bir aidiyet meselesi değil, bir anlatma biçimidir. Çocuklarımıza sadece kim olduklarını değil, o kimliğin nasıl anlatıldığını da aktarmamız gerekiyor. Bu yüzden atlas, bir yolculuk kitabı oldu. Her zaman dediğim gibi, bilmek isteyen yola çıkar. Bu çalışma, kartografik bir anlatının ötesine geçerek mekâna derin bir anlam arayışı ve belgeselci duyarlılığı katma çabasıdır. Dileğim, bu atlasın sadece çocuklar için değil, herkes için kültürel izlerin belleği haline gelmesi; ulus aşırı bir bellek oluşturarak müzik, ağıt ve halk anlatıları üzerine bir konuşma fırsatı yaratmasıdır. Kendini illa “Türk” hissedenler için değil, Türk dünyası hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen herkese açık bir kaynak olmasını hedefledim. Derdim, dilde, ezgide, kıyafette iz sürerek ortak bir kültürün görsel haritasını çıkarmaktı. Sonuçta ortaya, benim bakış açımla ve yorumumla şekillenmiş, ancak bunu belirli bir dünya görüşüne hapsetmeden, geniş bir perspektifle ele alan bir kültür haritası çıktı.

Kalıcı bir eser yaratma çabanız, günümüzün hızlı tüketim kültürüyle nasıl bir tezat oluşturuyor?

Etrafımız çok hızlı tüketilen ürünlerle çevrili. İnsan, bir eser üretirken bunun kalıcı olmasını bekliyor. Ben bu “TikToklaşan”, odaklanma süresinin çok kısaldığı dünyada, hikâyeleri biraz yavaşlatarak ve onlara anlam yükleyerek anlatmayı seviyorum. Atlasta hem benim için derin anlamları olan ikonları korumaya hem de Reels, Shorts gibi kısa video formatlarının anlatı üzerindeki baskısıyla başa çıkmaya çalıştım. Bu, okunma kaygısıyla hakikat arasına sıkışmak gibi bir durum. Ancak nihayetinde amacım, platformların algoritmalarının belirlediği içerik döngüsüne karşı, matbu bir eserin etik sorumluluğunu üstlenmekti. Çünkü bu hikâyeler bizimle, kimliğimizle ve hayatımızla ilgili. Bir şeyin nasıl gösterildiği kadar, neyin gösterildiği de önemlidir.

Yayıncılıkta “yavaşlık” ve “hız” kavramları arasında kaldığınızı belirtiyorsunuz. Bu ikilemi biraz açar mısınız?

Ben bu iki kavram arasında sıkışmış bir yayıncıyım. Bir yanda uluslararası ilişkiler alanında dış haber yapıyorum ve bölgemiz kelimenin tam anlamıyla bir ateş çemberi. Sürekli bu dinamik gündeme kafa yoruyorum. Diğer yanda ise zamana direnen anlatılarla meşgulüm. Günümüzde içerik üretimi bir hız yarışına dönüştü. Bir hikâyeyi derinlemesine anlatmak, gözlem yapmak ve kayda değer olanı ayıklamak ise yavaşlamayı gerektiriyor. Bu da bazen sistemin dışında kalmayı göze almak demek. Benim için yavaşlık sadece bir biçim değil, bir duruştur; ancak içinde bulunduğumuz şartlarda pek mümkün olmuyor.


Norveç’te ortaya çıkan “yavaş yayıncılık” akımı (geyik göçünün saatlerce canlı yayınlanması gibi), hayatın zaten yavaş aktığı İskandinav ülkeleri için gayet normal. Peki, Türkiye gibi gündemi çok hızlı değişen, tüketimin bu kadar yoğun olduğu bir ülkede yavaşlık mümkün mü?

Bence evet, hatta bu durum insanlara bir kenara çekilip olan biteni farklı bir gözle izleme imkânı verebilir. Belgesel, hızlıca tüketilen bir içerik değildir; tekrar tekrar izlenmesi gereken, zaman geçse de tazeliğini koruyan bir anlatıdır. Norveç’teki insanlar hayatlarını durdurup geyik göçünü izleyebiliyor çünkü buna ayıracak zamanları ve refah seviyeleri var. Bizde ise “medanmaişet motorunun dönmesi lazım, eve götürmem lazım” gibi öncelikler var. Türkiye ve içinde bulunduğu coğrafya; ekonomik, siyasi ve kültürel geçiş sancıları yaşarken yavaş hikâyeleri dinleyecek ruh halinde değil sanki. Keşke o zamanı bulabilsek, çünkü o yavaşlığın içinde bellek, hakikat ve belge gibi kavramlar çok daha anlamlı hale gelir.

Belgesel pazarının bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Medya şirketleri birer vakıf değil, ticari müessese. Dolayısıyla üreticiler de izlenme oranlarına göre rota belirliyor. Gibi dizisindeki bir aforizmada dendiği gibi, “Hiç kimsenin hiçbir şey bilmediği bir yerde, bir adam her şeyi bilebilir.” İşte belgesel, böyle bir ortamda, tanıklıkla kurmaca arasındaki salınımda kalıcı bir etik sorumluluk üstleniyor. Belgesel bir hafızadır, ama “hangi” belleğin hafızası olduğu çok önemli. Günümüzde izleyicinin beklentilerine cevap vermek adına bu etik sorumluluktan uzaklaşıldığını görüyoruz. Bu “post-truth” çağında belgesellerin güvenilirliği sorgulanır oldu.

Ben kendi adıma bu sorumluluğu üstlenmeye çalıştım. Mesela, unutulmaması gerektiğini düşündüğüm için depremden bir ay sonra Hatay’a gidip belgeseller çektim. Amacım bir travmayı yeniden üretmek değil, kolektif hafızaya bir katkı sağlamaktı. Orada 80 yaşlarında bir Arap kadın, “Biz her zaman dağda yaşardık, ovaya ev yapmazdık çünkü küçük bir sarsıntıda yıkılacağını bilirdik,” dedi. İşte bu, kolektif hafızanın bilgeliğidir. O kadının dağın yamacındaki derme çatma evi hasar görmemişti ama aşağıdaki ovada betonarme yapılar yerle bir olmuştu. Benimki, unutmaya karşı etik bir sorumluluktu. Hakikati bağırarak değil, fısıldayarak anlatmaya çalıştım.

Konuşmanızda büyük bir hayal kırıklığı ve sitem hissediliyor. Yıllarca emek verdiğiniz belgesellerinizin arşivlerden silinmesini “organize kötülük” olarak tanımlıyorsunuz. Bu süreci ve neden bu kadar ağır bir ifade kullandığınızı anlatır mısınız?

Evet, kalbim kırık. Örneğin, Japonya’nın 1923 Kanto Depremi’nden sonra nasıl dersler çıkarıp toparlandığını anlatan “Japonya Nasıl Başardı?” isimli bir belgesel yaptım. Bu belgesel YouTube’dan kaldırıldı. Bu işler sadece izlensin diye yapılmıyor; bir gün bir öğrencinin, bir araştırmacının eline geçtiğinde ders olsun diye yapılıyor. Aynı şekilde, 33 bölümlük ve hiçbir ideolojik saikle hazırlanmamış, tamamen aktüel tanıklığa dayalı “Türklerin İzinde” serimin tamamı silinmiş. Her şeyi kazımışlar. Bunu “organize kötülük” olarak adlandırıyorum çünkü ortada bir suçum yok. Sadece “Siviller ölmesin, İsrail’de de ölmesin” dediğim için linç edildim ve çalıştığım kurum (NTV) bana sahip çıkmadı.

En çok canımı yakan ise Millî Mücadele belgesellerimin silinmesi oldu. Örneğin, Mustafa Kemal’in Sivas’tan Ankara’ya dokuz günlük yolculuğunda Kırşehir’e uğramadan Hacı Bektaş’a uğraması ve ilk “Cumhuriyet” sözünü orada telaffuz etmesi gibi az bilinen anekdotları yerel tarihçilerle yerinde anlattım. Batı Cephesi Karargâhı’nın Akşehir’deki dokuz aylık hazırlık sürecini, Büyük Taarruz’daki zafer taktiğini bölgedeki köylerde sözlü tarih çalışmalarıyla belgeledik. O döneme tanıklık etmiş insanların çocuklarının anlattığı, Yunan kamyonlarını ahırlarında nasıl sakladıklarına dair hikâyeler belki de o dönemin son canlı tanıklıklarıydı. İnebolu’dan Ankara’ya cephane taşıyan 3 bin kadının yazdığı “lojistik destanı” hamasetten uzak, gerçek verilere dayanarak anlattık. Geçen gün Tarsus’tan bir öğretmen aradı, “Hocam o belgeselleri her dönem çocuklarıma izletiyordum, şimdi hiçbir yerde yok mu?” diye ağladı. Bütün bu emek, hafıza ve tanıklık çöpe atıldı. Bu, George Orwell’ın 1984 romanındaki gibi, insanların belirli duyguları ve anıları unutması için kelimelerin ve olayların hafızadan silinmesine benziyor. O devasa kültürel belleğin içindeki unsurları yok edip yerlerine başka şeyler koymaya çalışıyorlar.

Belgeselcilik anlayışınızı “manşet atmak” olarak tanımlıyorsunuz, ama bunu “hakikatin fısıltıyla konuşulduğu” bir yöntemle yapmaktan bahsediyorsunuz. Sizin için “manşet” ne anlama geliyor?

Gazetecilikten geldiğim için işimde her zaman bir “manşet” ararım. Benim için belgesel, kaybolmaya yüz tutmuş hikâyelerin ve gözden kaçmış değerlerin altını çizme sanatıdır. Manşet, herkesin gördüğü bir şeyin içinde kimsenin dikkat etmediği bir ayrıntıyı bulup ona işaret etmektir. Ama bunu bağırarak değil, sakin ve anlaşılır bir biçimde yapmaya çalışırım. Örneğin, Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde, Zeugma’dan çok daha önemli olan, insanlık tarihinin bilinen ilk çocuk oyuncakları benim için bir manşetti. Karbon testlerine göre 11 bin yıllık, insan ölçeğindeki ilk insan heykeli olan “Urfa Adamı” (Haleplibahçe Adamı) benim için Göbeklitepe’den daha önemli bir manşetti. Kastamonu’da, bütün erkeklerini cephede kaybetmiş kadınların kurduğu “Ersizler Köyü”nün hikâyesi olağanüstü bir manşetti.

Geleneksel belgeselcilik ile TikTok gibi yeni nesil kısa video formatları arasında bir denge kurmak mümkün mü?

Yeni nesil kısa video formatlarının belgeselci anlatı üzerinde yarattığı bir baskı var. Bu baskıyla baş etme yöntemleri aramak, izlenme kaygısıyla hakikat arasına sıkışmak anlamına geliyor. Ben, platform algoritmalarının belirlediği içerik döngüsüne karşı bir sorumluluğumuz olması gerektiğine inanıyorum. Örneğin, Yakutsk’a giden herkes kışın gider, donmuş balık pazarına uğrar, kirpiklerindeki buzları gösterir ve havaya attığı kaynar suyun nasıl donduğunu çeker. Halbuki orada çok daha derin hikâyeler var. Kimse oraya yazın gitmez; oysa yazın dünyanın en korkunç sıcağı, nemi ve sivrisinek istilasıyla nasıl başa çıktıkları, o uzun günlerde neler yaptıkları çok daha güçlü bir hikâyedir. Ben işte bu içerideki, kimsenin görmediği manşeti arıyorum. Yaptığım işin diğerlerinden farklı olmasından ziyade, dokunduğunuzda yüreğinizi yakalayacak insan öyküleri barındırmasını önemsiyorum. Her şeyin bu kadar hızlandığı bir dünyada yavaşlamak, bir tür direniş biçimidir. Ama bu şu soruyu da beraberinde getiriyor: Zamanın ruhuna karşı mı durmalı, yoksa onunla birlikte mi akmalı? Bu sorunun cevabını ben de arıyorum.

İlgili İçerikler

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.