MediaCat

Orta sınıf olmadan sağlıklı büyüme imkânsız

Makroekonomik trendler ve yerel sorunlar arasında Türkiye ekonomisinin bugününü ve yakın geleceğini Murat Üçer’le konuştuk.

Jeopolitik dinamikler dönüşüyor, faizler yükseliyor, büyüme zayıflıyor. “Enflasyon canavarı” da ürkütmeye devam ediyor. Makroekonomik trendler ve yerel sorunlar arasında Türkiye ekonomisinin bugününü ve yakın geleceğini ekonomist ve Turkey Data Monitor Kurucu Ortağı Murat Üçer’le masaya yatırıyoruz.

Bir ekonomist değişen dünyayı nasıl yorumlar?

Global faizlerin kalıcı olarak yükseldiği, büyüme dinamiklerinin zayıfladığı ve enflasyonun da son 20 yılda görülen seviyelerin üzerinde seyredeceği bir makro dünyaya doğru evriliyoruz muhtemelen. Aynı zamanda bu dünyanın jeopolitik gelişmelerin etkisinde daha parçalanmış, daha korumacı, küreselleşmenin tökezlediği, sosyal sorunların arttığı ve belki yer yer borç krizlerinin patlak verdiği bir dünya olma ihtimali yüksek. Genelde belirsizlikler yüksek seyredecek, muhtelif şoklara (mesela emtia fiyatlarında oynaklık, tedarik zincirlerinde kesintiler) hazır olmak gerekecek. Bu durum çabuk değişmeyecek; o yüzden kurumlar, şirketler, ülkeler dirençli olmaya odaklanmalı. Örneğin bilançolar güçlendirilmeli, risk dağıtılmalı, çağın teknolojilerine adapte olmalı ve kadrolar yetenekli insanlarla donatılmalı. Bütün bunların sistemsel bir boyutu da var. Bu sayılanları bireysel olarak yapmak şirketler için çok zor ve maliyetli; o yüzden parçası olduğumuz sistemin güçlü kılınması gerekiyor. Stratejik düşünen, orta ve uzun vadeli perspektifi etkin olan bir devlet ve kamu sektörü bu ortamda çok önemli mesela.

Globalleşmenin yavaşladığı ya da yön değiştirdiği iddia ediliyor. Nedir fikriniz?

1870’lerde başlayan globalleşmede altıncı dönemin eşiğindeyiz deniliyor. Globalleşmenin gerileyeceğine (de-globalization) dair endişelerin yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Özellikle son 1-2 yıldır Batı medyasının ve başta IMF olmak üzere uluslararası kuruluşların tabiriyle “jeoekonomik fragmantasyon” riskinin arttığı bir döneme girdik. Bu dönem gümrük vergileri, bazı ihraç mallarına getirilen sınırlamalar ve yaptırımlar yoluyla korumacılığın arttığı ve/veya sanayi politikaları üzerinden ülke içi yatırımların desteklenmesine odaklanılan bir dönem. Bunun başını da biraz ironik bir şekilde, globalleşme döneminin ana oyun yapıcı aktörü ABD çekiyor. Ancak şu ana kadar “de-globalization”dan ziyade globalleşmenin şekil değiştirmesine şahit oluyoruz. Örneğin maldan -yeni teknolojilerin de sağladığı olanaklarla- hizmet ticaretine bir kayma var ve bu muhtemelen hızlanacak. Buna ek olarak özellikle Vietnam ve Meksika gibi ülkelerin öne çıktığı “connector” ülkeler dünyasına girdik. Ticaret, Çin’den bu ülkelere kayıyor ama aynı zamanda bu ülkelerin Çin’den aldığı mallar (ithalat) ve doğrudan yabancı yatırım (DYY) da artıyor, dünya aslında Çin’den tam kopamıyor.

Özetle şu an itibarıyla globalleşmenin durumu biraz Mark Twain’in meşhur sözünü hatırlatıyor: “Ölümümle ilgili haberler fazlasıyla abartılıyor.” Ama tabii riskler çok büyük. Korumacılık, artan bloklaşma, yaptırımlar, globalleşme üzerinde çok büyük baskı oluşturuyor. Bu bir sorun çünkü daha az ticaret orta vadede daha yavaş büyüme demek. Düşük gelirli ülkeler için daha az -gelir düzeyi yüksek ülkelere- “yakınsama” demek.

Doğrudur hiper-globalleşme, yani 1990’larda Çin’in, Orta ve Doğu Avrupa’nın ve Sovyetler Birliği’nin dünya ekonomisine katılmasıyla hızlanan globalleşme yönetilemedi, kaybedenler oldu ve bugün bunun bedelini ödüyoruz ama bloklaşma, korumacılığın artması da “dibe yarışmak” anlamına gelir. Bu değişimde Türkiye için fırsatlar var ama bunun için öngörülebilir bir yatırım ortamı ve istikrar gerekiyor. Türkiye’ye artık emlak hariç pek DYY gelmiyor maalesef. Yani şu ana kadar bu değişimden faydalanamadık.

Türkiye ekonomisinin kısa ve orta vadede durumunu nasıl görüyorsunuz?

Yerel seçimler sonrasında hem yerli hem yabancı yatırımcı algısı olumluya döndü. Bunu Merkez Bankası’nın rezervlerinde yaşanan çok dramatik bir iyileşme ile görüyoruz. Hem yerli hem yabancı yatırımcı için TL varlıklar 5-6 yıllık bir aradan sonra tekrar cazip olmaya başladı. Ama piyasalardaki bu döngüsel/kısa vadeli olduğunu düşündüğüm “bahar”la, makro ve yapısal trendleri birbirine karıştırmamak lazım. Malum, enflasyon hâlâ çok yüksek ve en temel makro problemimiz olarak duruyor. İki yılda tek haneye gidilecek deniyor ama şu ana kadar yapılanlar, söylenenler bence yeterli değil; daha kapsamlı bir program gerekiyor. Bu olmadan enflasyonu tek haneye indirmek bence mümkün değil. Daha sıkı maliye, para ve gelirler politikası ve bunların yapısal reformlarla ve kurumların inşasıyla desteklenmesi gerekiyor. Mümkünse IMF ve AB -mesela Gümrük Birliği modernizasyonu üzerinden- oyuna katılmalı. Bu; kredibiliteyi artırır, girdiğimiz yolun daha kalıcı olmasını sağlar.

Program konusunda da yapılacaklar detaylandırıldıktan sonra önümüze net bir takvim konmalı. Yeni açıklanan “kamuda tasarruf ve verimlilik” paketi çok yetersiz örneğin. Kısıtları anlıyorum ama dezenflasyonun bir teknolojisi/kuralı var: Ekonomiyi çok ciddi yavaşlatmadan ve herkesi enflasyonun tek haneye ineceğine inandırmadan fiyat istikrarını sağlamak zor. Bunun yolu da daha sıkı politikalar ve çok kapsamlı bir program…

İş dünyasında ünlü bir söz vardır: “Kültür, stratejiyi öğle yemeğinde yer.” Türkiye’nin enflasyonla mücadelesinde sıkça duyduğumuz “ana akım kuralları uygulama” argümanı, halk nazarında ne tür dirençlerle karşılaşabilir?

Çok doğru bir söz. Dezenflasyon bir talep ve maliyet meselesi olduğu kadar, beklentiler ve fiyatlama hareketleri ile de çok yakından ilgili. Son yayımlanan bazı anketlere göre halkın enflasyon algısı, piyasaların tahminlerinin çok üzerinde, Merkez Bankası’nın kendi tahminleriyle de alakası yok. Bunun değişmesi zor, zaman alacak. Tam da bu yüzden istikrar programlarında gelirler politikası bacağı ile kapsamlı bir yaklaşımın olması ve ulusal uzlaşının sağlanması çok önemli. Bu tarz programlarda, herkesin aynı hedefe odaklanması gerekir. 2001 programı böyleydi ve bu sayede enflasyon iki yılda tek haneye indi. Bizim şu an uyguladığımız biraz “utangaç” ve çok/büyük bir maliyet oluşturmaktan sakınan -mesela büyümeyi çok da yavaşlatmayalım tarzı- bir “program”ın -tam program denebilir mi ondan da pek emin değilim aslında- bu yüzden de beklentileri değiştirmeye yeterli olmayacağını düşünüyorum. Toplumda kısa vadede bazı maliyetler olacak ama uzun vadede hepimiz kazanacağız.

Bildiğimiz anlamda orta sınıf gerçeği kayboluyor. Bu sınıf, şimdiye dek inovasyonlar başta olmak üzere birçok şeyin tüketicisi olmuştu. Ekonominin yeni gerçekleri, orta sınıfa ihtiyacı ortadan kaldırıyor mu?

Orta sınıf olmadan sağlıklı büyüme mümkün değil. Yoksulun alım gücü doğal olarak sınırlı, zenginin ise tasarruf oranı çok yüksektir. Harcamanın motoru ücret/gelir artışları üzerinden orta sınıftır. Ekonomide biz hep verimliliği öne çıkarırız. Her şey verimlilik artısına bakar sonuçta. Ama verimlilik artışlarının genele yayılan bir ücret/gelir artışına dönüşmesi için kurumları güçlendirmek gerekiyor. Daron Acemoğlu ve Simon Johnson’ın son kitaplarında söyledikleri gibi teknolojiyi bize hizmet eder hale getirmek gerekiyor. Orta sınıf konusunda önümüzde önemli tehditler de var, mesela yapay zekânın nasıl bir emek piyasası yaratacağı konusunda kafalar net değil. Yapay zekânın verimlilik artışı üzerinden büyümeye katkısı konuşuluyor, tahmin edilmeye çalışılıyor ama emek piyasasında konsantrasyon olursa servet belli ellerde, zümrelerde yoğunlaşırsa bunun bir de (negatif) talep etkisi olacak, bunu da düşünmek lazım.

Öte yandan orta sınıfı güçlendirmek için sihirli bir formül yok bence. Sonuçta elimizdeki araç ve yöntemler belli. Yatırım ortamını iyileştirmek, inovasyonu desteklemek ve vergi ve harcama politikaları (ve etkin bir sosyal devlet) üzerinden gelir dağılımını gözetmek önemli.

Son olarak, ne olacak bu restoran ve gıda fiyatlarının hali?

Son iki yıl fiyatlamalar yapılırken güçlü seyreden talep sayesinde herkes fiyatlarını geride kalmayacak hatta öne geçecek şekilde belirledi. “Önümüzdeki dönem talep zaten güçlü seyreder, maliyetler de artacak, ben bugünden zammımı yapayım” düşüncesiyle hareket edildi. Eğlence/yeme-içme sektörü talebin özellikle kuvvetli olduğu bir alandı. Bu başka yerlerde de rastlanan bir olgu. New York Times’ta geçen senenin başında enteresan bir yazı gözüme çarpmıştı. Buenos Aires’te sürekli restoran açılması üzerine bir makaleydi. Ülke krizde, nasıl oluyor dediğinizde, yeme-içme sektörüne yoğunlaşmanın aslında insanların yüksek enflasyon ortamında doğal bir tepkisi olduğunu görüyorsunuz. İnsanların, para cebimde eriyor, büyük şeylere de artık gücüm yetmiyor deyip restoranlara kafelere yöneldiğini görüyorsunuz. Bizde son dönem bu sektörde fiyatlama abartıldı, o yüzden önümüzdeki 6-12 aylık dönemde bir yavaşlama olur diye düşünüyorum. Çünkü talebin aynı kuvvette seyretmesi zor.

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.