AVM’ler dolu, restoranlarda yer yok. Peki bu bir refah göstergesi mi, yoksa geleceğini kaybetmiş bir toplumun çaresizlik manifestosu mu? Kalabalıklar aldatmasın: Bugün tüketim mekânlarını dolduranlar zenginleşenler değil, tasarruf umudu kalmadığı için bugünü harcayanlardır.
Türkiye’de son yılların en sevilen ekonomi argümanı şu hale geldi: “AVM’ler dolu, restoranlarda masa yok, o halde kriz yok.” Bu cümle, kahvehane sohbetlerinden televizyon tartışmalarına kadar her yerde karşımıza çıkan bir “kolay çıkış” oldu. Sanki ülke ekonomisi TÜİK verileriyle değil, AVM otoparkındaki boş yer sayısıyla ölçülmeliymiş gibi. Ancak bu argümanda derin bir yanılsama var. Zira bu “Bak AVM’ler dolu” feryadı, yalnızca ekonomik akıl yürütme zafiyetinin değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliği görmek istememenin bir yansımasıdır.
Neden mi? Çünkü kalabalık mekânlar tek başına hiçbir şeyin kanıtı değildir. İnsanların alışveriş merkezlerinde görünür olması, onların refah içinde yaşadığını göstermez; hatta tam tersi bir duruma işaret ediyor olabilir. Tasarruf ufku yok olmuş bir toplumda, elde kalan sınırlı gelir harcanır. Harcanır ki yarına kalmasın; çünkü yarının daha pahalı ve güvencesiz olacağı herkesin malumudur. İçinden geçtiğimiz krizin gerçek yüzü, dükkanlardaki dolulukta değil, insanların geleceğe yatırım yapma imkânlarını kaybetmesinde saklıdır. AVM’deki kalabalık, toplumun zenginliğini değil, tasarrufsuzluğun ve tüketimle telafi edilmeye çalışılan bir gelecek kaybının görüntüsünü sunar.
Türkiye’nin kriz hafızası hâlâ 2001’de kilitli. O dönem, gecelik faizlerin fırladığı, bankaların battığı, bir gecede yüz binlerce insanın işsiz kaldığı, devletin IMF kapısında beklediği bir dönemdi. Kriz, ansızın çarpan bir tokattı. Bugün yaşadığımız ise farklı. 2001’deki gibi bir gecede birikimlerini kaybedenler yok belki; zira artık tasarruf yapabilen bir orta sınıf neredeyse kalmadı. İnsanların banka hesaplarında buharlaşacak birikimleri yok. Kriz, ani bir tokat gibi değil, yavaş yavaş dibe çeken bir bataklık gibi işliyor. Yüksek enflasyon, eriyen ücretler, icra dosyalarının artması toplumu yıllar içinde kemirerek yoksullaştırdı.
Bir başka fark da o ki 2001’de kriz finans sisteminde patlak vermişti; bugünkü krizse hanelerde, mutfakta, markette hissediliyor. O zaman kaygı “mevduatım yanacak mı?” sorusuydu, bugünse “kirayı ödeyebilecek miyim?” sorusu. Kriz, artık makro finansal göstergelerden çok, gündelik yaşamın damarına yerleşmiş durumda. Orta sınıfın bütün gücü, ev almak, otomobil sahibi olmak, çocuk okutmak gibi geleceğe dönük birikim kapasitesindeydi. Bugün ise bunların yerini ay sonunu çıkarabilme telaşı aldı. Birikim kelimesi, yerini “asgari ödeme”ye bıraktı. Kriz, işte bu geleceksizleşme sürecidir.
Son yıllarda açıklanan veriler, “AVM’ler doluysa kriz yoktur” argümanını güçlendiren bir tabloya işaret ediyor. AVM ciroları artarken, ziyaretçi sayısı endeksi de yükseldi. TÜİK’in perakende satış hacmi endeksi yıllık bazda artış gösterdi. Bu rakamlar, kalabalığın ekonomik canlılığın istatistiklerle doğrulanmış bir göstergesi olduğu anlatısını besliyor şüphesiz. Peki, biz neden bunun bir yanılsama olduğunu söylüyoruz? Çünkü aslında bu kalabalıkların kendisi, krizin sosyolojik anatomisini ele veriyor.
■ Eşitsizlik perdesi: Türkiye’de bankalardaki toplam mevduatın yüzde 78’i yalnızca yüzde 1’lik bir kesimin elinde. Bu tablo, gelir dağılımındaki uçurumun toplumsal ilişkileri dönüştüren bir kuvvet olduğunu gösteriyor. Yüksek faiz politikası, mevduatta parası olan bu kesime ciddi bir getiri sağlarken, zaten varlıklı olan bu azınlık, artan gelirlerini tüketime yöneltiyor. AVM’de gördüğümüz kalabalığın azımsanmayacak bir kısmı, aslında para politikasının yan ürünü olarak daha da zenginleşen bu grupların görünürlüğüdür.
■ Gösteriş tüketimi: Bugünün tüketim manzarası, Thorstein Veblen’in “gösteriş tüketimi” kavramıyla anlaşılabilir. Ancak bizim sahnemizdeki tüketim, köklü servetin zarif statü gösterisi değil; hızla edinilmiş yeni servetin, kültürel eksikliklerini telafi etme çabasıdır. Yeni paranın tüketimi gürültülüdür: yenmeyen yemeklerle donatılmış sofralar, taşan alışveriş torbaları… Restoran ve mağaza kalabalıkları refahın tabana yayılmasının değil, gösteriş tüketiminin patlamasının kanıtıdır.

■ Gösteri toplumu ve normalleşme çabası: Guy Debord’un “gösteri toplumu” dediği şey tam da bu; yaşanan kriz, imgelerle maskeleniyor. Cebinde parası sınırlı kesimler de tüketim mekânlarındaki varlıklarıyla bu “normal”e tutunmaya çalışıyor. Çünkü orada görünmek, hayatın hâlâ aktığına dair küçük bir illüzyon yaratıyor. AVM kalabalığı, aynı anda iki şeyi gösteriyor: bir yanda faiz gelirleriyle tüketimini artıran ayrıcalıklı kesim, diğer yanda normalliğini tüketim sahnesine katılarak korumaya çalışan yoksullaşan sınıflar.
■ Seçici gözlem: İnsan kalabalığa bakıyor ama kredi kartı ekstresine bakmıyor. Fotoğraf karelerinde masalar dolu, ama menüler küçülmüş, porsiyonlar daralmış. Görünen, bir yanılsamadır. Türkiye’de kredi kartı borçları 1 trilyon TL’yi aştı; üstelik bu borçların dörtte biri yalnızca asgari ödeme seviyesinde dönüyor. O masalarda oturanların önemli bir kısmı, bugünkü hesabını yarına erteleyerek tüketiyor. Kalabalığı gören göz, bu ertelenmiş borcu görmüyor. AVM’nin kalabalığı haber oluyor ama icra dosyalarının 24 milyona dayandığı gerçeği manşete taşınmıyor.
■ Tasarrufun çöküşü ve enflasyonun zorlaması: Enflasyonun en keskin etkisi, geleceğe yatırım yapmanın irrasyonel hale gelmesidir. İnsanlar artık “Bugün almazsam yarın daha pahalı olacak” kaygısıyla tüketiyor. Bu, klasik iktisatta “intertemporal tercih”in bozulmuş hali: rasyonel davranış, geleceğe ertelemek yerine bugünü harcamak oluyor. Türkiye’de hane halkı tasarruf oranı, OECD ortalamasının dörtte biri düzeyindedir. Orta sınıf, yarını düşünemediği için bugünü tüketiyor. AVM dolulukları, refahın değil; tam da bu geleceksizlik ekonomisinin sahnesidir.
Bu ülkenin krizi artık AVM ışıklarında değil, sanayinin üretim çizgisinde, gençlerin ufkunda beliriyor. Perakende satışlar artarken sanayi üretimi sürekli geride kalıyor. Ekonominin üretim ayağı kan kaybederken, tüketim poz veriyor. Krizin sessiz göstergeleri de kalabalığın perdesini aralayınca ortaya çıkıyor: Gıda enflasyonu yüzde 100’ü zorluyor, sofralar küçülüyor, protein tüketimi azalıyor. İstanbul’da asgari ücretlinin maaşının yüzde 60’ı kiraya gidiyor. Kalabalık mekânlar bu tabloyu gizleyebiliyor ama kriz, tam da orada derinleşiyor.
Resmi söylem ise hâlâ makroiktisat fetişine tutunuyor. Büyüme oranları kutsanıyor, rezervler parlatılıyor. Oysa toplumları ayakta tutan şey, bugünkü rakamlar değil; yarına yatırım yapabilme kapasitesidir. Tasarruf yapma ufku ortadan kalktığında, ekonomik veri ne söylerse söylesin kriz yaşanıyor demektir. Bu geleceksizlik yalnızca ekonomiyi değil, siyaseti de kemiriyor. Orta sınıf, demokrasilerin sessiz çoğunluğudur. Türkiye’de orta sınıf çöktükçe yalnızca ekonomi değil, demokrasi de çöküyor.
Sonuçta “Kriz yok çünkü restoranlar dolu” söylemi, toplumun büyük çoğunluğunu görünmez kılıyor. Bugünkü kalabalık refahın değil, tasarruf kapasitesinin yok oluşunun, yeni paranın abartılı tüketiminin ve orta sınıfın çöküşünün yansımasıdır. İnsanlar yarını kuramadığı için bugünü tüketiyor. Ve bu yalnızca ekonomik değil, siyasal ve toplumsal açıdan da en tehlikeli kırılmadır.