MediaCat

“Çocukluğundur tek hazinen”: Adsız Aşıklar

Ön planda aşkı sorunsallaştıran ve günümüzde aşkın imkânsızlığı önermesine katılan ve karşı çıkan, biri eril diğeri dişil iki zihnin tatlı sert çekişmesiyle yol alan Adsız Aşıklar’ın arka planında aslında üç başka ve başat sorunsallaştırma var.

Adsız Aşıklar, içinde bulunduğumuz “kültürel-politik” konjonktürle titreşimsel bir yapıt. Bu bakımdan, yani zamanlama itibarıyla onun, anlatmak istediğinin çok ötesinde bir “artı değer”le seyir ufkumuzda belirdiğini düşünmek mümkün. Daha somut ifade etmek gerekirse Adsız Aşıklar, şu ara gündemde olan “Aile Yılı”na alttan altta, tatlı tatlı ve/fakat esaslı mı esaslı bir nanik çekme girişimi olarak okunabilir.

Elbette hemen eklemem gerekir ki bu, benim “okumam”. Diziyi var edenlerin, Başar Başaran ve Umur Turagay başta olmak üzere, böylesi bir “nanik” niyeti olduğunu söylemiyorum. Haşa, kimseyi töhmet altında bırakmak istemem! Bununla birlikte, ister roman ya da öykü olsun ister film ya da dizi olsun, bir kurgusal metnin bir kez “okur”la buluştuktan sonra artık onu var edenlerden çıkıp kitlelere mal olduğunu da kimse reddedemez. Stuart Hall’un isabetle kaydettiği üzere, “anlam üretiminde okur, yazar kadar önemlidir”.1

Bu ön kabul temelinde devam edelim: Ön planda aşkı sorunsallaştıran ve günümüzde aşkın imkânsızlığı önermesine katılan ve karşı çıkan, biri eril diğeri dişil iki zihnin tatlı sert çekişmesiyle yol alan Adsız Aşıklar’ın arka planında aslında üç başka ve başat sorunsallaştırma var. Aile, evlilik ve ebeveynlik bunlar.

“Kutsal aile”ye bir komik-ağıt

Dosdoğru söyleyelim: Aileyi de evliliği de bugün öyle üç çocuğa şu kadar, beş çocuğa bu kadar; erken evleneceklere söyle, boşanmadan vazgeçeceklere böyle maddi yardım vaatleriyle kurtaramazsınız. Böyle yapmak, daha vahim hadiselere kapı aralar. Doğru, bu kurumlar bugün nefes darlığı çekmekte. Ama ne ahlaki-manevi-dini telkinler ne de bunlara eşlik eden maddi ödenekler onların nefesini açabilir. Bu, çok daha karmaşık şekilde, mevcut ekonomi- politik işleyişe dayalı bir çağ halinin sonucu.

Nedenlerini uzun uzadıya aktarmaya ne zaman ne de yer müsait, o yüzden satır başlarıyla geçelim: Evlilik, aile, akrabalık en kararlı biçimde tarımsal yaşamda karşımıza çıkar. Bağlayıcı akrabalık şebekesi, geniş aile yapısı, “mezara kadar” evlilik, sayıca çok (üç de yetmez, 10-11) çocuk, tarım toplumlarını karakterize eder. Bunlara ataerkillik seve seve “yataklık eder”. Kadının toplumsal-ekonomik konumunda gerilik onu tek ya da çok eşli olarak kocaya mahkûm kılar. Motto, “bir yastıkta kocamak”tır.

Işık hızıyla bugüne gelirsek evlilikte mottonun “bir yastıkta kocamak”tan “bir celsede boşanma”ya dönüştüğünü kaydetmek gerekir!..

Evlilik ve ailenin temelleri endüstriyel- kapitalist düzende önce sarsıldı, onun daha ileri ve radikal (post-endüstriyel/ tüketimci) aşamalarında da iyiden iyiye dağılmaya yüz tuttu. Bireycilik, akrabalığın-ailenin-evliliğin kabuğunu kırdı. Kadının evden işe-sokağa (elbette ataerkillik kapitalist çerçevede sürdürülerek) yöneltilmesi, kamusal alanda kadın ve erkeğin devamlı, “çok seçenekli” karşılaşmalarının önünü açtı. Sefa meşrulaştı, arzu-tutku hep yeniden üretilebilir hale geldi. Daha ötede, tüketim kapitalizminin “kullan- at” toplumsallığında sade maddi ürünler değil, manevi ilişkiler; bağlılıklar, arkadaşlıklar, aşklar, evlilikler de kullanılıp atılır oldu.

Özcesi, marketin mabetleştiği, tüketimin fetişleştiği, hayatın şirketleştiği insan dünyasında aile-evlilik dikiş tutmamakta. Evliliklerin “realite şov” olduğu, “Elveda Aşkım” sloganıyla açılan boşanma fuarlarının patladığı, okullarda anne-babası hâlâ evli çocuklara anomali gözüyle bakılan bir “yeni normal” var artık. İşte Adsız Aşıklar, bu “yeni normal”in trajikomedisi. Diğer deyişle de “kutsal aile”ye, “bir yastıkta kocama”ya ve “ölümsüz aşk”a bir komik- ağıt…

Aşk: Hastalık mı sağlık mı?

Karşımızda her ikisinin de ailesi olmayan, daha doğrusu “var ama yok” hükmünde olan, bu ortak nokta dışında her şeyleri birbirine zıt Cem (Halit Ergenç) ve Hazal (Funda Eryiğit) var. Onların zıtlıkları tek bir zıtlığa sadeleştirildiğinde dizinin ana temasına çıkıyoruz. Bu, aşk ve bir yanda, başlıkta da imlendiği üzere (Adsız Aşıklar, “Adsız Alkolikler”i çağrıştırmıyor mu?) onu bir hastalık, zararlı alışkanlık, zehirli bağımlılık sayan Cem var. O, bu anlayışla gazete köşelerinde “Aşk Doktoru” olarak ünlendikten sonra bir “Aşk Hastanesi” açmış. Hastaneye, orada yönetici olan babası üzerinden intikal eden psikolog Hazal içinse aşk, tam tersi, şifa ve ondan umudu kesmemek gerek.

Böylece aynı hastanede hem aşktan kurtulmak isteyenlere hem de aşkı bulmak isteyenlere hizmet verilmeye başlanıyor. Biz de bu iki zıt karakterin çekişme ve didişmeleri eşliğinde birbirinden ilginç ve gerçekten takdiri hak eden bir yaratıcılıkla kotarılmış vakalar izliyoruz. Yukarıda değindiğimiz aile-evlilik kurumlarının kriz hallerinden, yine içinde bulunduğumuz çağ halinin sonucu olan yalnızlık, kimsesizlik, güvensizlik sorunlarına; toksik-hegemonik erkeklik sorgulamalarına; bu erkekliğin erkeği de nasıl ezdiğine dair dokundurmalara kadar açılan yelpazede düşünce kışkırtıcı kesitler seyre sunuluyor.

Ama esas, aile-evlilik sorunsalının uzantısı mahiyetinde ebeveyn-çocuk ilişkisine yönelik (Freudyen tınlamalar yapan) kesitler var ki bunu detaylı değerlendirmek kaçınılmaz.

Çocuk, insanın babasıdır

İngiliz edebiyatının romantik-natüralist şairi William Wordsworth, çocukluğundan miras doğa sevgisini yansıtan Kalbim Yerinden Fırlar (1802) başlıklı şiirinin ortasına “Çocuk babasıdır İnsanın” dizesini inci gibi çakar.2 Çağrışım açık: Olumlu yönde de olumsuz yönde de insanı “yapan”, çocukluğudur. Çocukluk deneyimleri yetişkinliği belirler, şekillendirir. İçimizde en merkezi noktaya yerleşmiş bir “Çocuk”, varoluşumuzu yürütür, yönetir, yönlendirir.

Adsız Aşıklar’da izliyoruz, kurduğu hastane ile insanları aşktan kurtarmaya ömrünü verdiğini söyleyen Cem’in içinde de varoluşuna hâlâ damga vuran bir “Çocuk” var. Ne yapıyor ya da yapmıyorsa, içindeki “Çocuk” güdümleyici- kışkırtıcı etkisiyle iş başında. Çok küçük yaşta annesini âşığıyla, üstelik kendisini en güvende sandığı yer olan evin içinde “bastığı” anın travmasıyla biçimlenmiş o “Çocuk”tan kaçış yok. Obeziteyi aşmış ama içindeki “Obez Cem”i aşamamış halde, habire savaşıyor onunla ve yakınıyor: “Kaç yaşıma geldim, içimde hâlâ sen!..”

Psikiyatrıyla konuşurken annesine öfkesinin, babasına yaptıklarından kaynaklandığını söylese de Cem’in sorunu gerçekten annesi mi yoksa bu bir “yer değiştirme” (displacement) ve asıl/saklı öfke babasına mı?.. Dizi bir yandan böylesi bir ruhsal çözümlemeye davetiye çıkarırken karşı istikamette de çocuk yaşta parçalanmış ailesinde payına annesi düşmüş, böylece babası ve ablasından koparılmış Hazal’ı psikolojik mercek altına alıyor. Orada da yaşanmış travmanın faturası babaya çıkmış görünmekte ama sorun, Hazal’ı annesine terk ederek içinde 20 yıllık bir baba boşluğu oluşmasına yol açmış baba mı, yoksa annesi mi?.. Bu, daha geri planda bir tartışma dizide, çünkü Cem örneğinde olduğu gibi Hazal’da derinlerde hükmünü icra eden “Çocuk” la tanışmadık. Kim bilir bu belki yeni sezona saklandı. Öyle ya, dizi adeta ikinci sezon vaadinde bulunurcasına zihnimizi bir “merak çengeli”ne (cliffhanger) takarak noktalanmıyor mu?..

Tabii bir de Cem ve Hazal’ın çocukluğa dayalı anne-baba kompleksleriyle ilgili “yer değiştirme”lerine benzer bir motifin, onların aşka dair argümanlarına içkin mahiyette resmedilişi var. Şöyle ki Cem aşktan nefret ediyor, onu bir hastalık sayıyor görünse de özünde aşka hevesli. Ve Hazal, aşkı yüceltiyor, onu şifa sayıyor görünse de aşktan korkuyor, kaçıyor.

Neden böyleler? İçlerinde yerleşik ve bir türlü aşamadıkları o “Çocuk”la barışma, onu “geri kazanma” noktasına gelemedikleri için mi? Aslında kendilerini borçlu oldukları ama şimdi reddettikleri o “öksüz” çocukluğu sarıp sarmalayamadıkları için mi? Yoksa, taciz ve tahrip edilmiş çocukluk temalı bir başka unutulmaz dizi, Suskunlar’ın (2012) finalinden hatıra şu çağrıya kulak veremedikleri için mi:

“Çocukluğun senin tek hazinen! Onu koru, onu sev!..”

Bu sorularla diziye veda ederken, hayali yaratanlar o “hazine”yi koruma- sevme yolunda Cem ve Hazal’ı birbiriyle kutuplaşmadan birbirlerini kucaklamaya ve sağaltmaya yöneltecek bir yeni seyir rotası tutturur mu, bilemiyoruz. Her halükârda, kuvvetle muhtemel ikinci sezon ümidiyle, Cem’le Hazal’ın aşka dair zıt hissiyat ve fikriyatlarını buluşturmaya dönük, yine AŞK’a dair Özdemir Asaf dizeleriyle beklemede kalalım:

Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür; Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.3


1- S. Hall, “The Work of Representation”, Representation: Cultural Representations and Signifying Practices içinde, Sage, 1997,
s. 33.
2- W. Wordsworth, Bir Bulut Gibi: Seçme Şiirler (Çev. N. Ağıl), VakıfBank, 2020, s. 25.
3- Ö. Asaf, “Aşk”, Yainızlık Paylaşılmaz içinde, Adam Yayıncılık, 1982, s. 170

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.