Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi uzmanı kimliği bir tarafta sanatçı kimliği öbür tarafta değil Hakan Yılmaz için. Geçmişinde hem Boğaziçi Üniversitesi – TÜSİAD Dış Politika Forumu Direktörlüğü hem de Ezginin Günlüğü grubunun solistliği bulunan Yılmaz’ın toplum okumalarına yaratıcılık eşlik ediyor.
Hakan Yılmaz, içinden geçtiğimiz küresel belirsizlikler dönemini “demodernizasyon” kavramıyla açıklıyor.
Ona göre bu süreç, Batı medeniyetinin yüzlerce yıllık modernite hegemonyasının çözülmesiyle tetikleniyor. Fikirlerin arkasındaki maddi gücün zayıflaması, modernitenin artık “mutlak” değil, “göreli” bir sistem haline gelmesine yol açıyor. Peki, bu dönüşüm hangi dinamiklerle ilerliyor? Yılmaz dört kritik eksene işaret ediyor. Hakikat sonrası dönemimizde bilimsel doğruluk kriterleri (kanıt, olgu) silikleşiyor; gerçek, sezgi ve rivayetle eşdeğer hale geliyor. Yurttaşlık haklarından tüketim tercihlerine dönüşen özgürlük, bireyi “statü avcısına” dönüştürüyor. Tarihsel mücadelelerle kazanılan eşitlik, ekonomik uçurumlarla aşınıyor, eşitsizlik çoğu zaman “liyakat” retoriğiyle doğallaştırılıyor. Metafizik ve fizik, spiritüel inançlar ve bilimsel akıl yürütmeler arasındaki ayrım silikleşiyor.
Moderniteden çıkış sürecini nasıl bir yörüngeye oturtmalıyız?
Burada sorulacak iki soru var. İlki, demodernizasyon sürecinde modernitenin temel uygarlık değerlerini koruyabilir miyiz? İkincisi, moderniteden çıktığımızda nasıl bir yere gideceğiz? Yeni düzeni öyle kurmalıyız ki, bir yandan maksimum girişimciliğe ve insanın yaratıcılığına izin verelim, bir yandan da doğruluk, eşitlik, özgürlük, bilimsellik, gibi modernite kazanımlarını koruyalım. Ben insanların bu ikisini bir şekilde dengeleyebilecek bir rabıta bulabileceklerini düşünüyorum. İnsan buna yetkin, bu konuda iyimserim. Yeter ki daha iyi düşünebileceğimiz diyalog ortamları çıksın ortaya, bu bilgileri koruyacağımız yapılarımız, yuvalarımız olsun.
Türkiye, geç modernleşmesinden kaynaklanan bazı pratik becerileri bu belirsizlik sürecini yönetirken avantaja çevrilebilir mi sizce?
Modernleşmeye başladığımız 1800’lerin başından beri yaşadığımız maceralara baktığımızda, geç modernleşen toplumlarda ve devletlerde türlü asimetriler görüyoruz. Sadece bizde değil; Rusya, Japonya ve Çin gibi modernleşme işine sonradan giren her geç modernleşme serüveninde deri asimetriler oluşmuş. Her millet biraz “yamuk” yapmış bu işi. Mesela, insanlar bazı konularda çok modern, diğer konulardaysa çok geleneksel. Mesela Orta Çin’e gittiğinizde birden Han Hanedanlığı Çin’ine gitmiş gibi oluyorsunuz. Oradan Şangay’a geçtiğinizde ultra modern bir deneyim yaşıyorsunuz. Bu asimetriler hem ideolojide hem yaşam tarzında hem maddi hayatta, mimariden teknolojiye ve kentleşmeye kadar her alanda bu ülkelerin genel karakteristiği. Ben Türkiye’nin bu ülkeler arasında, modernleşme sürecinin bazı alanlarında çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Eğitim kurumlarında, Hariciye ve Askeriye gibi kurumlarında, artık var olmayan Devlet Planlama Teşkilatı gibi yapılarında, tıp fakültelerinde… Ya da mesela kadın haklarında muadili birçok ülkeye göre çok ileride. Yalnızca tepeden aşağıya verilen kadın hakları konusunda değil, aşağıdan yukarıya kadınların hak talep etmeleri ve onun için hareketlenmeleri açısından çok önde. Bu bakımlardan baktığımda ben Türkiye’nin bir sonraki düzene girdi koyacak önemli potansiyeller barındırdığını düşünüyorum. Bunun gerçekleşebilmesi için bizim serinkanlı, sistemli, özgür ve saygılı ortamlarda düşünebilmemiz ve bu işi yapacak olan bireylerimizi ve kurumlarımızı koruyup, besleyip, öne çıkarmamız gerekir. 150-200 bin kişilik nispeten küçük bir evrensel elit havuzumuz var nereden baksak, bunlara destek olmamız lazım.
Elitizme düşmeden sanırım…?
Elitizm kötü, elitse iyi bir şeydir. Elit dediğimde doğuştan imtiyazlı, mavi kanlı insanlardan bahsetmiyorum. Elitlik demek; çalışmasıyla, yeteneğiyle, zekâsıyla, çabasıyla, iyi niyetiyle, topluma verdiği hizmetle, kendisini öne çıkaran insan demektir. Bu herkes olabilir. Burada gayet eşitlikçi bir elitten bahsediyoruz. Kadınlar, erkekler, doktorlar, dizi senaristleri, müzisyenler, garip ve eksantrik tipler… Kamu düzeninin esası budur: iyiyi korumak. Bu insanlara, onların acayip şeyler yapmasına veya söylemesine tahammül edeceksin. Ona göre bir toleransın, ideolojik yapın olacak, hukukun da onları koruyacak. Dolayısıyla bu karar çok önemli: Global rekabette bir oyuncu olacak mıyım, olmayacak mıyım? Ben bu kararı olmayacağım diye verirsem, millet o sinyali hemen alır. Dünyada da herkes senin elitini almaya bakar. Elit dünyanın en önemli kaynağı çünkü. Az insana ihtiyaç var artık, en iyisini alır.
Tam bu noktada “yeni dünya düzeni” modelleri konusunda size ilham veren bir kitabı analım: Isaac Asimov’un Vakıf’ı*. Ne tür çıkış yolları üretebiliriz bu eserden ilhamla?
Liyakat ve rekabet içinde elitleşmiş, modernitenin önemli değerlerini ve kurumlarını koruyan bireylerden ve kurumlardan oluşan bir birim olarak görüyorum “vakıf” dediğim şeyi ve bunun geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şirketler neden önemli? Şirketler şu anda liyakat ve rekabetin devletten daha iyi işlediği kurumlar haline gelmeye başladı. Devletler artık ne bu kadar liyakatli ve rekabetçi insanı içine çekebiliyor ne de bünyesindekileri özendirip yükseltebiliyor. Politika artık bu meziyetleri ödüllendiren bir alan değil. Dolayısıyla şirketler bu tür insanları bulmak, işe almak ve yükseltmek konusunda siyaset alanına göre çok daha avantajlı bir durumda. Devlet artık düzenleyici, koruyucu, güvenilir bir örgüt olmaktan çıkmış birçok yerde. Ama bizim kamusal roller oynayacak kurumlara ihtiyacımız var. Hepimizin tek tek oynadığı rollerin ötesinde, hep birlikte hayatımızı düzenleyecek, kuralları koyacak bir otoriteye ihtiyacımız var. Bu otorite eskiden devletti. Şimdi devlete güvenmediğimize göre ne olacak?
Ben diyorum ki modern sonrası yeni kurulacak rejim içerisinde şu anki şirketlerin belki hepsi olmasa da bir kısmının, normalde yaptıkları kâr maksimizasyonu işlemlerinin yanına daha etik ve politik bir misyon koyarak, kamusal roller de oynamaları sözkonusu. Kapitalizm sonrası yeni ekonomik düzenin önemli oyuncuları da bence bu şekilde şekillenecekler. Sadece özel çıkar peşinde koşan yapılar değil, özel çıkarın yanında çevreden insan haklarına, liyakatı ve rekabeti geliştirmekten eğitime, toplumsal sağlıktan yoksullukla mücadeleye kadar her türlü kamusal sorumlulukta rol oynayan ama bunu başka şirketler ve bu tür rolleri oynayan diğer vakıflardan oluşan bir tür kolektifin üyesi olarak gerçekleştiren yapılar olmaları gerekiyor. Ortaya çıkan bu yeni kolektif belki yeni devlet olacak. Vakıflar federasyonu gibi düşünüyorum bu yeni politik otoriteyi.
Zamanın ruhuna yalnızca siyasetten değil, sanattan da bakalım isterim. Kara veba, Fransız Devrimi, Birinci ve İki Dünya Savaşı… Bu belirsiz dönemler büyük sanat akımları üretti. Bugün bu eksen de biraz sessiz gibi, ne dersiniz?
Geçmişe baktığımızda, 20’nci yüzyılın başında kübizm, dadaizm gibi devrimci sanat akımlarının ortaya çıktığını görüyoruz. Ama bu akımlar sanatçıların tek başına yarattığı şeyler değildi; o dönemde aynı zamanda insanlara umut veren siyasal hareketler yükseliyordu. Sanatçılar, o büyük dönüşüm rüzgârına kapıldılar. Fransız Devrimi gibi devasa fikirsel kırılmalar vardı; etrafta dolaşan düşünceler, sanatın yönünü de etkiliyordu.
Bugünse derin bir belirsizlik içindeyiz. Alternatifin ne olacağı görünmüyor. Bir sonraki adımı tarif eden, geleceğe dair güçlü bir anlatı ufukta belirmediği sürece kendisine bir yön çizmesi zor. Geçmişte olduğu gibi; yani Fransız Devrimi’nin, Bolşevik Devrimi’nin ya da modernitenin doğuşunda olduğu gibi, yeni bir “ruh”un, bir“Geist”in görünmesi gerekiyor.
Bu belirsizlik sadece içerikte değil, aynı zamanda formda da yaşanıyor. 20’nci yüzyıl bize sinema, roman, şiir gibi güçlü anlatım biçimleri sundu. 20’nci yüzyılın en büyük sanat formlarından biri sinemaydı ama bu dijital çağda aynı etkiyi yaratamaz. Şiir, Mayakovski ya da Nazım Hikmet’in yazdığı gibi yazılamıyor. Peki, ne yapacağız? Enstalasyon mu, resim mi? Eskiden, “Edip Cansever yeni ne yazdı?”diye sorardık. Ya da Antonioni’nin yeni filmi bizde hem biçim hem içerik olarak heyecan yaratırdı. Bugün devrimci bir yönetmeni heyecanla bekliyor muyuz? Güzel işler var elbette ama sarsıcı bir sanat formu artık ortada yok. Bence bu, bir“formel belirsizlik”.
Üstelik çok fazla mecra ve iletişim aracı olmasına rağmen yaşanıyor bu dediğiniz…
Bugün dünyada mecra çok. Herkes bir tweet yazarak yüzlerce kişiye ulaşabilir. Ama nasıl yazacağımızı bilmiyoruz. Kaç satır olacak, neye benzeyecek? Roman gibi mi, şiir mi? Sosyal medya şiiri folklora dönüştürdü. Artık şiir, bir anlam aktarımından çok, bir “reklam spotu” gibi çalışıyor. “Buraya Atilla İlhan cuk oturur” deniyor. Bu da şiiri popüler bir kolajın bir parçasına ve eklektik bir kent folkloruna dönüştürüyor.
Bu formel karmaşa, yazılı kültürün dönüşümünden de kaynaklanıyor. Yazılı kültür zamanında insanlar mektuplar yazardı, gazetelere yazardı, bu bir iletişim şekliydi. Şiir, roman, hikâye bu ortamdan çıktı ama bu formlar zamanla olgunlaştı. Matbaanın çıkışıyla ilk roman Don Kişot yazıldı ama romanın gerçek biçimi 19’uncu yüzyılda ortaya çıktı. 300 yıl sürdü yani. Modern şiir bile Baudelaire’den sonra biçimlendi. Yani yeni bir iletişim aracının özgün formunu bulması çok uzun zaman alıyor.
Bugün artık yazılı kültürün ötesindeyiz. Herkes kısa mesajlarla iletişim kuruyor. Bu mecralarda da yeni formlar oluşacak ama henüz doğmadılar. Tıpkı romanın önce gazetelerde tefrika edilmesi gibi. Dostoyevski uzun yazardı çünkü para kazanmak için her gün bir parça yazıyordu. Bugün yazsa, belki de yazdıklarının 3’te 1’i kadar yazardı.
Müzik de evrildi. Artık kimse uzun intro’lar dinlemiyor. 15 saniyeyi geçerse insanlar atlıyor. Sen uzun müzikler yapmak istiyorsan, bunu artık “şarkı” formunda yapamazsın. Başka bir form icat etmelisin. Ve başlarda çok az kişinin dinleyeceğini kabul etmelisin. Dünya değişti. Eski şarkıcılar bunu anlamadığı için seyirciyi suçluyor, seyirciyi suçlamamak lazım. Hayat böyle.
Yapay zekâ yaratıcılığı konusunda neler söylersiniz?
Şu anki haliyle bir tarafı ayna gibi, seni yansıtıyor; bir tarafıysa hamur gibi, nasıl yoğurursan ona göre şekil alıyor. Yapay zekâ enformasyon konusunda çok yardımcı oluyor. Ama kreatif bir fikir bulma konusunda… Risk almayan, orta yolcu bir hat takip ediyor. Yapay zekâ ile insan zekâsı arasındaki temel fark ne biliyor musun benim gördüğüm? Yaratıcılık uzunca bir süre paradoksları kafanda taşıma gücünden gelir. Kafanın içinde bir çelişkiyi, hatta bir paradoksu barındırıyorsun. Bu bir ahlaki paradoks olabilir, estetik paradoks olabilir. Yani a ve a olmayan aynı anda yaşıyor kafanda. Birini sevmekle sevmemek… Metafizik de öyledir ya, var mı yok mu? O paradoks beyinde, seni çok rahatsız ediyor ama aynı zamanda sana bir yaşamsallık veriyor. Bazen seni depresyona sokuyor bazen neşelendiriyor. Bir noktada yapacağın işlere de o paradoks sızmaya başlıyor. Ve işte o zaman yaratıcı şeyler çıkmaya başlıyor. Mesela Einstein diyor ki, enerji ve madde ayrı şeyler değildir. Bu, olağanüstü bir paradoksun çözümüdür. Çünkü o zamana kadar, Newton’dan Maxwell’e kadar madde ayrı bir şeydir, yere düşer, başımızı yarar. Enerji ise bambaşka bir şeydir, elle tutulmayan elektromanyetik dalgalar, elektrik gibi, ne olduğu tam anlaşılmayan bir şey. Biz bu görünmez enerjiden elektrik üretmişiz, telefon kablolarıyla konuşmaya başlamışız ama bu ikisinin ontolojik olarak birbirine denk olduğunu göstermek için bir süre bu paradoksu kafanda taşımaya tahammül etmek gerek. Ve bu, yalnızca insana özgü bir şeydir. Yapay zekâ paradoksa ve çelişkiye tahammül edemez, onunla var olamaz. O yüzden kreatif olamaz. Ama sana o paradoksun çeşitli kanatları konusunda bilgi verir, senin onları geliştirmene yardımcı olur, iyi bir eşlikçidir yani.
* Vakıf, milyonlarca gezegeni kapsayan galaktik bir imparatorluğun çöküşünü konu alan, bilim ve siyaset kesişiminde bir toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği sorusuna yanıt arayan bir Isaac Asimov eseri.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.