Tarihsel ve siyasi olaylara, kahramanın insani yönlerini eklemesiyle tanıdığımız gazeteci, yumuşak üslubunu geride bıraktığı son yazılarıyla kendisini bile şaşırttığını ifade ediyor. Dündar’a göre bunun nedeni gazetecilerin içlerindeki canavarı uyandıran öfkeli bir başbakan. Geçtiğimiz günlerde Artı Bir TV’den ayrılan Can Dündar’la bu kararı vermesinden hemen önce bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Söyleşinin bu bilgi ışığında okunması faydalı olacaktır.
Çok severim. O konseri ben ilk kez Londra’da izlemiştim ve çok heyecanlanmıştım. Duvar’da Uğur Mumcu ve Hrant Dink vardı sanıyorum, bir de Adnan Menderes. Dünyanın mağdurları arasında bizden de üç isim olması o zaman da beni çok heyecanlandırmıştı. Tabii konser de olağanüstüydü, hayatta gördüğüm en güzel konserdi. Sonra burada da konser yaşanınca… Biraz da benim Twitter’a girmeme Gezi sebep oldu. Daha doğrusu Gezi ve sonrasında yaşananlar.
Gezi’den sonra kovuldum ben işten. Ondan sonra da Twitter’da yazı hayatım bir süre devam etti. Öyle başladı aslında, Milliyet’ten koptuktan sonra. Bir yerde yazıyorsanız iyi kötü kendinizi ifade ediyorsunuz. İhtiyaç duymadım daha önce Twitter aracılığıyla tartışmalara dâhil olmaya. Önce hadi buradan biraz ses verelim diye girdiğim bir şeydi, o yüzden de onu seçtim.
BirGün benim için daha çok geçici bir görev gibiydi. Çok alışık değilim ben aslında. Çok sık yer değiştiren bir gazeteci profilim yoktur. Girdiğim işlerde uzun kalmamla kendimi biliyorum. Bu kadar türbülans yaşamamıştım açıkçası uzun zamandır, epeydir hatta. Ya da meslek hayatımda hiç diyeyim. Birçok yerde çalıştım ama genelde tutunmaya gayret ederim. İstikrarlı olmaya özenirim. Ama hiç kimsenin hiçbir yerde kök salamayacağı kadar fırtınalı bir ortamdayız.
Aslında her dönem Türkiye’de gazetecilik zor oldu. 70’lerin sonunun kendine göre zorluğu vardı. Belki daha can yakıcı, sonunda ölüm tehlikesi. Ben Ahmet Taner Kışlalı’yla aynı büroda çalıştım. Uğur Mumcu da karşı bürodaydı. Ben Yankı gazetesinde başladım. Cumhuriyet hemen karşıdaydı. Bütün o insanların ölüm haberlerini sıcağı sıcağına alarak yetiştik. İnsanların huzur içinde yaptıkları bir meslek olmadı gazetecilik. Nedense ama bu dönem hepsinden zor geliyor. O dönemleri unuttuk mu diyeceğim ama değil, ama kendine özgü bazı şeyleri vardı. Birkaç şey sayabilirim belki. Her şeye rağmen gazetelerimizde kalabiliyorduk ya da ses verebiliyorduk. Ben hayatta ilk ödülümü Yankı dergisinde yazdığım bir işkence haberiyle aldım. 12 Eylül’den çok kısa bir süre sonra, işkencede ölüm vakalarını yazmıştım. Demek ki biz 12 Eylül döneminde işkence vakalarıyla ilgili haber yapabiliyorduk.
Çağdaş Gazeteciler Derneği’ydi ve Uğur Mumcu’nun elinden aldım. Şimdi düşünüyorum. İşyerinde kalabilmişiz, haber yapabilmişiz, bir meslek örgütü varmış arkamızda bize destek olan, dayanışma varmış diye düşünüyorum. Şimdi bunlardan mahrumuz. Ne arkamızda duran bir müessese var, ne bir meslek örgütünün ağırlığı, ne bir dayanışma duygusu ve belki o dönem yüzleştiğimizin çok ötesinde bir siyasal baskı.
“Yurttaşlığın gazeteciliğin önüne geçtiği bir dönemdeyiz.”
Meslek hayatımda ilk kez yurttaşlığın gazeteciliğin önüne geçtiği bir dönem. Hepimizin bir şey yapması lazım, ben gazeteci olarak bir şey yapıyorum duygusu. Ben yumuşak üslubuyla tanınan veya kendimi tanıyan bir insanım. Son dönemde yazdığım bazı yazılarımı okuyorum, kendime şaşıyorum. Kendi öfkeme şaşırıyorum. Zannediyorum başbakanın öfkesi hepimizi içine aldı, çığ gibi sürüklüyor peşi sıra. Ya içimizdeki canavarı uyandırıyor ya bu öfke seline karşı bir şey yapmamız lazım duygusu. O anlamda gazeteciliği sorguladığım doğru. Tarafsızlık, herkese eşit mesafede durmak gibi temel gazetecilik ilkeleriyle yetiştik, gerçekten bunları aşan bir durum var ortada. İlk kez mesleği biraz militanca yapmaya başladığımızı düşünüyorum.
Henüz devredilmedi, bunu söyleyeyim. Öyle bir ütopyamız var. Bu biraz olağanüstü döneme özgü bir mecburiyet. Aslında devralınacak şeyin adı da büyük bir borç yükü ve bir enkaz aslında. O açıdan çok da pembe bir tablo yok ortada. Sadece bu enkazı beraber nasıl kaldırırız, burayı nasıl yaşatırız çabası içinde, çalışanların biz de bir omuz verelim diye bir çare arayışı var.
Bu benim de heyecanla karşıladığım bir durum. Doğrusu ilk kez başıma geliyor. Çünkü her yerde belli sınırların içinde hareket ediyorduk. Burada kendi sınırlarımızı çizmek gibi bir şansımız oldu. Patron yok ama sizi şu ya da bu yolla zapturapt altına alabilecek bir iktidar baskısı var; hukuki olabilir, mali olabilir, siyasi olabilir. Ama bir gazeteci olarak belki hiçbir dönemde olmadığı kadar bir işe yarıyor hissediyorum burada.
Artık dayanamayacak noktaya geldiğimizde ben bir gün artık götüremeyeceğiz dedim. O günden itibaren itiraf etmeliyim ki çok da beklemediğim bir şekilde bir destek geldi. Birkaç tür şey oldu. İlki, bizim adımız geçsin istemiyoruz ama buranın yaşaması lazım diyenler oldu, bir tanesi çıkıp ne eksiğiniz var dedi. Bunlar primitif görünen ama bizi duygulandıran şeyler. Onun dışında reklam grafiklerinde ciddi bir artış oldu. Herkes çok çekimser ve mesafeli duruyordu. Biraz feryadımızı duydular diye hissediyorum. Bu çok sevindirici çünkü biz ölçülmüyoruz ve genelde ölçülmeyen kanallara reklam vermesi çok zor reklamverenlerin. Hem reklam süremiz arttı hem de reklam veren firma sayımız arttı gözle görülür bir şekilde. Onun dışında da sinemacılar geldiler. Gişe yapmamış festival filmlerini gösterme izni verdiler. Vizyona girmemiş 10 tane film var elimizde.
Galiba, evet doğru. Biraz ateşe eli değmiş insanların feryadı diyebileceğim bir iş. Normalde benim standartlarımda yapılması gereken bir iş değil. Normal koşullarda benim onun üzerine 1 sene çalışmam, daha ayrıntıları bulmam, bütün o tanıkları konuşturmam gerekiyor kendi belgesel anlayışım içinde. Ama ortada koca bir yalan var ve bu yalana dair yüz tane ipucu var. Bu ipuçlarının alınıp, birbirine bağlanıp, ortaya bir urgan konulması gerekiyordu ve bunun acilen yapılması gerekiyordu. Herhalde hayatımda en kısa zamanda, 2-3 günde yapıp bitirdiğimiz bir iş oldu ki bir tür gönül huzuru hissettim. Şimdi Gezi yapıyoruz, Mayıs sonunda yayınlayacağız.
“Sonunda ben de Ankara’nın ihraç ürünlerinden biri oldum.”
Çok uzun zaman İstanbul’a gelmeye ayak diredim. Kendimce haklı nedenlerim vardı. Ankara daha korunaklı bir yerdir, daha rahat çalışırsınız. Yani Ankaralı 7’ye 10 kala sinemaya gitmeye karar verip, 19 matinesine yetişebilir, kıtalar aşması gerekmeden. Dolayısıyla zaman daha boldur. Rekabet çok tanımaz Ankaralılar, hayat daha asudedir. O yüzden Ankara’yı severim, kopmak istemedim. İstanbul hep vardı hayatımda kaçınılmaz olarak. Ama iki şey oldu. Git-gelden yoruldum. İkincisi Ankara çöktü. Bir “Gökçekland” oldu, kötü bir taşra kasabasına dönüştü maalesef gözümüzün önünde. Ankara çok daha kolay teslim alınabilen bir yer. Bir sanatçı varlığı, bir kültürel zemini vardı. Tümü İstanbul’a göçtü. Zaten öyledir Ankara. Gazeteci ihraç eder, sanatçı, kültür adamı ihraç eder. Çok az adam kalmıştır. Sonunda ben de o ihraç ürünlerinden biri oldum galiba.
Ben gazete kökenli olduğum ve televizyona sonra dâhil olduğum için istedim ki bu ikisini evlendireyim. Aklım gazeteye eriyor ama televizyonu da seviyorum. Bana Ana Haber’i ilk önerdiklerinde ağır, oturaklı, önünde yazan metinleri okuyan bir adam olarak düşünemedim kendimi. Gaste yapayım, bunu da televizyonda yapayım istedim. Seyirci bir gazetenin yapılışına tanık oluyor. Birisi konuşurken onun ağzından çıkanların spotta ya da başlıkta nasıl yerleştiğini, bazen nasıl manşeti değiştirebildiğini görüyor. O anki heyecan güzel ve onu seyirciye geçirmek, ekrana yansıtmak iyi geldi. İyi bir format olduğunu düşünüyorum. Sonunda bir gazete çıkarıyoruz. İleride belki o gazeteyi basarız diye ümit ediyoruz.
Hayallerimiz var.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.