Yaratıcılığın İzinde söyleşi serimizin bu ayki konuğu Yönetmen Ozan Açıktan.
Ozan Açıktan keşiflerle dolu. Bilgisini, hafızasını ve zihnini her sınayışında farklı bir tepede buluyor kendini. Hem reklam hem de sinema yönetmeni olarak önce ayakları yere basan bir senaryoyla yola çıkmak gerektiğinden bahsediyor. İmgelerden mekânlara, karakterlerden kelimelere kayan bu yolculukta, zamanın buharlaşan yapısına meydan okumak için gardını hızlanarak değil yavaşlayarak alıyor.
Projenin senaryosu, metni neyse ona göre şekil aldığını düşünüyorum. Benim Polonya’daki senaryo okulundan da aldığım bir ekol tavrı olarak önce senaryo gelir. Yaratıcılık; senaryonun ihtiva ettiği, önerdiği, çerçevelediği dünyayla başlar.
Senaryo sadece yazılan kelimeler değil, yazılmayan şeylerdir de aynı zamanda.
İkinci adım, o senaryonun bastığı notaların bende duyulabilir olup olmamasıyla ilgili. Yani benim yayın ve algı alanımın, senaryonun bastığı bütün notaları görebilecek kadar geniş olması gerekiyor. Senaryo sadece yazılan kelimeler değil, yazılmayan şeylerdir de aynı zamanda. Peki, benim, senaryonun söylediklerini açabildiğim ne kadar alan var? İşte bu da eğitim, donanım, yaşam kültürü ve hafızaya kadar uzanıyor.
Üçüncü adım gerçekleştirilebilirlik üzerine. O senaryoyu gerçek hale getirecek bileşenler neler? Hangi yapımcıyla çalışıyoruz, hangi pazara film yapıyoruz? Bir marka üç yılın ardından ilk kez mi film yapıyor, yoksa bu bir serinin devamı mı?
Dördüncü adım ise mutlaka benzer işler, daha önce yapılmışlar gibi bir bankadan oluşur. Onlara bakarım ya da bakmam ama mutlaka aklımdan geçer. Eski zamanlarda daha çok bakıyordum, artık hem hafızama güvendiğim hem de çok fazla koda sahip olduğumu düşündüğüm için o kadar gerek olmuyor.
Son adım ise oyuncuyla, kreatif direktörle, yapımcıyla, yazarla ve yakın arkadaşlarınla olan etkileşim.
Bu alanlar gri alanlar. Senarist ile yönetmenin etkileşimi kimi işte daha keskin kimi işte daha esnek olabilir. Sinema filmleri özelinde konuşursak, her filmde, kendinize ait bir ya da birden fazla şey bulmanız gerekiyor. O şey, filmin omurgasına ne kadar yakınsa ve onu ne kadar büyütebiliyorsanız, işte o sizin filminiz oluyor ve içerik üzerinde de o kadar söz sahibi olmanızı sağlıyor. Eğer o, daha çok ödünç aldığınız bir omurgaysa ve ağırlıklı olarak yan öğelerde kendinize ait bir alt metin bulabiliyorsanız, biraz daha teknik bir işe dönüşüyor. Evet, senaryoya hizmet eden bir ekolün yönetmeniyim. Ancak beş film yaptım, altıncı filmime hazırlanıyorum ve artık bir iki filmim arasında ortak temalar görür oldum. Şimdi üçüncü kez, beni heyecanlandıran senaryonun içinde de benzer öğeler olduğunu görüyorum. Bu da beni bir anlamda hem senaryonun sahibi yapıyor hem de içeriğe doğrudan müdahale edebilmemi sağlıyor.
İyi senaryo ile iyi yönetmen bence birbirinden bağımsız şeyler. Tabii şu açıdan bağlı diyebiliriz; eğer senaryo, kâğıt üzerinde bir şey anlatmayı dramatik formda becerebiliyorsa, o zaman onu anlatıp anlatmamak iyi bir yönetmene kalabilir. Ancak senaryoda temel anlatım problemleri varsa, iyi bir yönetmenin de iyi bir iş çıkarmasına imkân yok. Bizim Ptot Films’in duvarında şöyle yazar: “İyi bir fikir, kötü icrayla iyi bir film olur. Ancak iyi bir fikir, iyi bir icra olmadan mükemmel olamaz.”
Coğrafya anlatısına bağlı kalma meselesi geçerli bir soru. Bence lokal gerçekler var ve bunlar anlatılara, dile, mite, sözümüze ve tavrımıza yansıyor. Bizim de bir coğrafya sinemasından bahsetmemiz şart lakin var mı, ne kadar köklü, ne kadar onun parçası olan filmler var, orası tartışılır. Bence henüz ortak bir dil ve ortak meseleler evreni inşa edemedik. Taşra ile şehrin, Doğu ile Batı’nın çatışmalarını, Anadolu insanının kendine has özellikleriyle geleneksel ile modernin çatışmasını henüz bize özgü şekilde eritebilmiş bir seri olduğuna inanmıyorum. Çok iyi örnekleri olmasına rağmen Türkiye böyle bir coğrafya sinemasına henüz ulaşamadı.
Ben dahil hepimizin biraz gevşemeye, kendimizle dalga geçebilmeye ihtiyacımız var.
Bunun altında öncelikle mizah duygusu eksikliğinin yattığına inanıyorum. Çok komik, kendisiyle dalga geçebilen ya da kültürünün hicvini yapabilen yazarlar, yönetmenler olduğu gibi bunu kabul edecek ve izleyecek kitle arasında bir çatışma olduğunu düşünüyorum. Hamam filmini yaptığınızda Hamamcılar Derneği’nin ayaklanması, güreşle ilgili klip çektiğinizde yağlı güreşçi abilerimizin ayaklanması, berberle ilgili bir skeç çektiğinizde berberlerin ayaklanması gibi.
Biz bu mizah duygusu eksikliği nedeniyle kendimize bakamıyoruz. Kendinize bakamazsanız da kendinizle ilgili hikâyeler anlatamazsınız. Bu da ya coğrafi meseleye dair hamasi bir yerden konuşmanıza neden olur ya da sadece etliye sütlüye karışmayan bir eksende, daha önce söylenenleri söylemeye devam edersiniz. Görüşlerimiz ya da hayallerimiz bundan bağımsız olamaz lakin ben dahil hepimizin biraz gevşemeye, kendimizle dalga geçebilmeye ihtiyacımız var. Tabii bu biraz genç, taze bir ülke olmamızdan da kaynaklanıyor olabilir. Woody Allen, “Mizah, acının üzerinden vakit geçmesidir” diyor. Bence bu güzel bir laf.
Kişisel yolculuğuma bakacak olursam, önce imajlarla başladım diyebilirim. Tabii şunu unutmamak lazım; ben zanaat kısmından geldiğim için bizim ekolümüzde fikir gerçekle test edilir. Bu da mekân gezileridir. Yani o imgenin karşılığı gerçekten var mı? Aklımızdaki o odayı bulabiliyor muyuz? O karakter o odada beş adımda baştan sona yürüyebiliyor mu? Yoksa daha uzun bir koridora mı ihtiyacımız var? Yani önce görsel evrenini tanımlayıp, sonra onun hikâyede nasıl uygulanacağını bulup en son hikâyenin içine giriyordum. Bu, hem reklamda hem sinemada böyle devam etti.
Üçüncü filmim olan Silsile’yle -yazarlık sürecini de yaşadığım için- işin asıl kısmının oyuncularla olan işbirliği olduğunu anladım. Tabii senaryonun ne kadar sağlam olması gerektiğini okuldan beri biliyordum, işin içine girince daha da iyi öğrendim. Önem sırasında, imgelerden oyuncularla olan iletişime, oyuncu yönetimine ve oyuncuların masaya getirdiklerine uzanan bir alan açıldı önümde. Annemin Yarası’nda da benzer bir süreç oldu. Oyuncularla birlikte hikâyeyi daha iyi kurmaya ve ayaklarını yere oturtmaya başladım. Bunların hepsi reklam filmlerinde de benzer zamanlarda devam etti. Reklam tarafında oyuncunun yerine, daha baskın katılım gösterdikleri için kreatif direktörü ya da müşterinin beklentilerini koyabiliriz.
Son olarak da Gülse Birsel’le çalışınca önce karakter ve senaryonun geldiğini gördüm. Dolayısıyla okuldan çıkarken bildiğimi yolda öğrenmeye çalışırken unuttum, beşinci filmimde Gülse Birsel’le ve olağanüstü oyuncu kadrosuyla çalışınca yeniden hatırladım. Başladığım yere benimseyerek geri dönmüş oldum diyelim. Şu anda karakterden yola çıkmanın her zaman izleyiciyle ilişkide doğru yolu gösterdiğine inanıyorum.
Bence bu iki aşamalı bir soru. İlk olarak orada Spike Jonze’a bir sipariş veriliyor ve daha da önemlisi o sipariş bir sanat ürünü olarak veriliyor. Özellikle Homepod işi özelinde konuşursam, işin kreatif direktörü de yazarı da Spike Jonze oluyor.
İkinci kısma gelirsek, “Neden reklam filmleri var?”a kadar uzanan bir noktaya gidiyoruz. Reklamsız platformlar var, yeni nesil reklam izlemiyor. Televizyon kuşağı reklam filmleriyle güzelleştirilebilir mi? Evet, zımba gibi de olur. Benim tanıdığım 10 tane Türk yönetmen var ki hepsiyle çalışıp zirvede işler çıkarabilirsiniz. Bence hem teknik hem yetenek hem de yaratıcı havuz olarak çoktan oraya geldik. Gözümüze hoş gelecek, büyüleyici çok iş yapılabilir ama beklenti bu mu? Beklenti, görsel olarak herhangi bir estetik seviyede kimseyi rahatsız etmeden ve mümkün olduğunca dış sesle her şeyi anlatabildiğiniz bir yayın bandı oluşturmak.
Sinemada, zamanın ruhuyla kurduğumuz ilişkide şöyle bir engel var; biz bugün formüle ettiğimiz ve sac ayaklarına karar verdiğimiz bir öykünün yapımına ve seyirciye ulaşmasına giden süreye yaklaşık üç yıl veriyoruz. Bu bayağı uzun bir süre. Zamanın ruhu dediğimizde vakit ağırlaşıyor, zaman kavramı temposunu düşürüyor ama bugünden bahsettiğimizde durum değişiyor. Bu bence günümüz meselelerinin çabuk buharlaşması ve gündemin çabuk değişmesiyle ilgili bir durumun da varlığını gösteriyor.
Sinemada ödül almak ya da bir pazarda görünür olmak istiyorsanız, ürettiğiniz şeyin zamanın ruhuyla kesişmesi gerekiyor.
Sinemada ödül almak ya da bir pazarda görünür olmak istiyorsanız, ürettiğiniz şeyin zamanın ruhuyla kesişmesi gerekiyor. Reha Erdem’in röportajında söylediği bir şey var; dünya şu an ultra gerçekçi bir sinema dilinin peşinde ama benim yapmayı sevdiğim filmler onlar değil, ben yapmak istediğim filmleri yapmaya devam edeceğim. Böyle de bir duruş var. Ödül aldı mı, kendi dolaşımına ulaştı mı? Evet. Demek ki zamanın ruhuyla başka şekilde iletişim kurabilmiş.
Ama benim kastettiğim şu; sizin hedeflediğiniz şeyle bahsi geçen dönemin içerik anlamında kesişmesine ihtiyaç var. Bence bu tam olarak tasarlanamaz, biraz sizin şansınız. Aklınıza bir fikir geldiğinde ya da harekete geçme sebebi bulduğunuzda galiba onu biraz demlemeniz gerekiyor. Aksi halde bu buharlaşmaya karşı ne durabilir? Bu noktada da, kalıcı ve evrensel olabilecek insan öyküsü ve insanlık meselesi nedir şeklinde düşünmek gerekecek sanırım. Yani hızlanmaktansa daha da yavaşlamak… Çünkü bahsettiğim o üç senede siz de değişiyorsunuz. Bu sırada yazdığınız filmin perspektifi de değişiyor. O yüzden ana malzemenin, temanın biraz evrensel olması gerekecek.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.