Yaratıcılığın İzinde söyleşi serimizin bu ayki konuğu sanatçı Asuman Dabak.
“Neye inanıyoruz; oyuncuya mı, kanala mı, yapımcıya mı, senariste mi?” diyor Asuman Dabak. Bu sorgulayışta biraz isyan biraz gerçeklik arayışı biraz da geçmişe özlem var. Perihan Abla’lar, Süper Baba’lar, Mahallenin Muhtarları, Bizimkiler… Bu kez iyi hikâyelerin izini Dabak’la beraber sürüyoruz.
Yolculuğumuza eşlik eden bir sözü ise kulaklara küpe olacak cinsten: “Bizim hiç mi güzel hikâyelerimiz kalmadı, hepsi bitti mi?”
Bu benim için başlı başına bir stand-up hikâyesi olabilir. Başkalarının hikâyelerini biriktirip, onu yorumlama tarzınla bir metin oluşturuyorsun. Oysa benim oyunculukta yaratıcılıktan anladığım gözlemlemekle alakalı. Tanımadığımız insanlarla her gün bir şekilde teşrik-i mesai halindeyiz. Yolda yürürken biri sizi çevirip sohbet etmek istiyor. Lokantaya gittiğinizde gözünüze biri takılıyor, ona bakıyorsunuz. Bu bir garson da olabilir, kavga eden bir çift de…
Empati kurmaya çalışıyoruz, “acaba” soruları oluyor kafamızda. Ben hikâye dinlemekten ve onları yorumlamaktan ziyade, onları gözlemlemekten yana bir oyunculuk biçimini tercih ediyorum.
Alt metin çalışması, sektörde ve bugünkü oyunculuklarda çok eksik bulduğum bir konu. Oyuncu adayı arkadaşlarımıza öneriyorum, lütfen Stanislavski’yi alıp bir okusunlar. Bir aktör nasıl hazırlanıyor, bir aktör nasıl yaratılıyor? Karakterin masa başı çalışması dediğinizde, onun bir alt metnini oluşturmak zorundasınız. Senarist bunu size vermiştir ya da vermemiştir. Ancak siz bir oyuncu olarak onun neden-sonuç ilişkilerini doğru adlandırıp doğru birleştiremezseniz çok saçma olur. Bu durumda seyirciye geçmez, seyirci size inanmaz ve sizi izlemez. Dolayısıyla empati ve neden-sonuç ilişkisini kurmak çok önemli.
Oyuncunun yaratıcılığının doğaçlama sahnelerde yattığını düşünme hatasına düşüyoruz.
Oyuncunun yaratıcılığının doğaçlama sahnelerde yattığını düşünme hatasına düşüyoruz. Hâlbuki bahsettiğiniz çok daha derinlikli bir şey. Başka arkadaşlarımızın sistemi, yöntemi farklı olabilir; saygı duyarım. Bu benim inandığım oyunculuk metodu. Oyun arasında karakterle ilgili bir cümle, bir espri gelirse, bunu yönetmeninizle paylaşırsınız. Doğaçlama orada devreye girer. Şunu da yapabilirsiniz; sizin kurduğunuz karakter üzerine, verilen bir laf oturmuyordur. Yine yönetmeninizle, “bence bu karakter bu lafı etmez”in tartışmasını yapabilirsiniz. Senarist ya da yönetmen atlamış olabilir ama o karakter sizin sorumluluğunuzda, yaratıcılığınızda, inandırıcılığınızda ve samimiyetinizde. Tabii, bunlar tecrübeyle sabit şeyler.
Ya da şöyle soralım, karakterler üzerine bu kadar yoğunlaşılıyor mu? Bir devamlılık hatası silsilesidir gidiyor. Adam bacağından vuruluyor, diğer sahnede yürüyor, gidiyor. Hadi bunu herkes atladı, oyuncu nasıl atlar? Oyuncu kendi devamlılığını kendisi tutacak, kendi karakterinden kendisi sorumlu olacak.
Bu işi kafaya takmak ve aşkla sevmek lazım. Sevgi en aşılmaz duygu. Ben dünyaya yeniden gelsem yine oyuncu olurdum. Kaldı ki ben alaylıyım. Önemli olan bu işi kafaya takmak, çok okumak, çok çalışmak, çok araştırmaktır. Bana soruyorlar, ne iş yapıyorsun diye. Oyuncu olmaya çalışıyorum diyorum. Çünkü oldum, bitti diye bir şey yok.
Türkiye’de çok iyi aktör ve aktrisler var. Sadece ben yetenekliyim diye ortaya çıkmamışlar, üzerine bilgi katmışlar. Bilgi katmadan hiçbir şey olamazsınız. Birkaç projede boy gösterip sonra kaybolup gidersiniz.
Hiçbir şeysiniz. Bilgeye sormuşlar, ne biliyorsun diye. Hiçbir şey, demiş. Bu uzun bir maraton. Nefesinizi, diyaframınızı doğru kullanmak zorundasınız. Uzun soluklu koşmayı öğretmek lazım. Sonra onlara sabrı ve kulisi öğretiyorum. İyi aktör olmak arkasından geliyor.
Reytinginizin yüksek olması artık yeterli değil.
Sinema, işini biraz daha ciddiye alan bir saha. Öyle ya da böyle geriye bir arşiv bırakıyorsun. Beyaz perdede, senin kıl köküne kadar giren objektifte senin bir bakışının, bir nüansının ne kadar net olduğu çok önemli. Oyunculuklara, renklere, ışığa daha fazla özen gösteriliyor. Yönetmen oyuncusuyla biraz daha fazla ilgileniyor. Tiyatro öyle değil, tiyatro suya yazı yazmak gibidir. Ama bence en gerçeği tiyatrodur, sadece ânı yaşatır. Diziyi hiç saymıyorum, herkes topun gelişine vurur. Tabii bizim gibi işe gönlünü kaptırmış insanlar aldıkları paranın karşılığını vermek adına kendilerini yırtarlar. Ama onun dışında, yönetmen bazen seti bırakıp gider, o sahneyi asistan çeker. Devamlılık tutmayabilir. “Bunu kim fark edecek?” der.
O kadar çabuk tüketen bir topluma dönüştük ki… Televizyon korkunç bir hale geldi. İşler ne zaman başlıyor, ne zaman bitiyor, anlamıyorum. Orada yıldız savaşları var, pragmatik ilişkiler var. Artık reytinginizin yüksek olması da yeterli değil. Bu iş nereye gitti? Bu kadar mı ruhumuzu kaybettik? Bu kadar mı kapitalist bir toplumda yaşıyoruz? Nerede bizim gerçekliğimiz? Neye inanıyoruz; oyuncuya mı, kanala mı, yapımcıya mı, senariste mi?
Ben komediyi çok özledim. İçinde bulunduğumuz durum itibarıyla savaş, ekonomik krizler, kara bulutlar aldı başını gidiyor. Hiçbir şey olmamış gibi kahkaha atmak değil ama biraz daha aile komedileri, mahalle komedileri, romantik komediler, insanlara akşamları terapi yapabilecek projeler görmek istiyorum. Ben Perihan Abla’yı, Bizimkiler’i, Mahallenin Muhtarları’nı, Süper Baba’yı izlemek istiyorum. Onlar da hayatın içinde, ne oldu unuttuk mu? Artık Perihan Abla’mız, Süper Baba’mız yok mu? Var.
Türkiye’de kadın stand-up’çı yok, niye yok? Niye hep hikâyeler erkek gözüyle anlatıldı? Onların sünnetleri, askerlik maceraları, kadınlarla ilişkileri… Bizim hikâyelerimiz yok mu? Bizim ergenliğimiz, ilk dokunmalarımız, düğün gecemiz var. Biz niye anlatamıyoruz? Çünkü erkekler belden aşağı konuşup küfretmeye açıklar. Sıkıştığı yerde küfrü basar, bizim seyirci de güler. Ama kadına küfür yakışmıyor, ben de bunu sevmiyorum. Aradaki o ince çizgiyi nasıl bir mantık çerçevesinde halledebiliriz diye düşündük.
Yaklaşık 2-3 senelik bir çalışmaydı. Arasına biraz müzik ve dans da koyalım dedik. Yaptık, şaşırdılar. Kadın hikâyelerinin bizim gözümüzden anlatıldığı, hem nalına hem mıhına vurduğumuz, müzikleriyle coştuğumuz, pamuk gibi bir işti.
Burada durum çok daha vahim. Biz biraz daha işin kolayına kaçıyoruz. Sistem ne istiyorsa onu verelim, aman kopmayalım, bulaşmayalım durumu var. Dario Fo’nun kadın oyunları var, hangisi oynanıyor? Oynansa ne olacak, kaç kişi oynayacak? Dario Fo ne diye sorsan, kafeterya mı orası derler.
Sistem, eğitim ve tiyatro bu duruma son derece kapalı hale geldi. Sistem şu anda komedi istemiyor, sistem acı çekmek istiyor. Halbuki hiç mi güzel hikâyelerimiz kalmadı, bitti mi? Bittiyse ben bir dağın başına, köye yerleşip kedimle, köpeğimle yaşayayım.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.