Son ve kutsal görev

Reklamcılığın üç dönemini de yaşayan Yaşar Akbaş hâlâ yeni fikirler peşinde. Yeni ve en iyi fikrinin peşinde…

Happy People Project Kurucu Ortağı ve Başkanı Yaşar Akbaş, Felis Ödülleri’nin 20’nci yılına özel MediaCat ekim sayısında, reklamcılığın üç farklı çağından geçerek biriktirdiği deneyimle geçmişle bugünü buluşturuyor.

Samatya’da çizgi romanlarla başlayan yaratıcılık yolculuğundan yapay zekâ destekli üretim dönemine uzanan Akbaş, yazısında sadece teknolojik dönüşümü değil, sektörün ruhundaki değişimi de sorguluyor:

Samatya’da doğdum. Harika bir çocukluk geçirdim. Harika diyorum çünkü o dönemin çocuklarının neredeyse hiçbir şeyi yoktu. Ve bu bizi profesyonel hayalperestler yaptı.

Düşünsene, 8-9 yaşlarındasın ve ilk okuduğun otobiyografi Henri Charriere’nin Kelebek romanı, inanılmaz bir macera. Aynı günün içinde Teksas Tommiks’lerle aylaklık, Kemalettin Tuğcu’yla ağlaklık vakti yaşıyorsun, resmen Nietzsche ile Schopenhauer arası gidip geliyorsun ama “bunlar ne alaka” demiyorsun. Sonra Langa bostanlarında hıyarlara, dut ya da incir ağaçlarına dalıyorsun İstanbul’un tam ortasında. Mark Twain okumuşsun okumamışsın fark etmiyor çünkü Huckleberry Finn gibisin zaten. 12-13 yaşlarında deli gibi karikatür çizmeye başlıyorsun ve yaratıcı endüstriden ilk paranı kazanıyorsun. Her Pazartesi efsanevi Oğuz Aral’ın karşısına dikiliyorsun heyecanla. Bundan daha harika bir başlangıç olabilir mi…

Üç çağın tanığı: Airbrush’tan Generative AI’a

Evet ben şanslıyım, bu işlere erken başladım. Airbrush’la illüstrasyon yaptığım dönemde sevgili Macintosh henüz yoktu ülkede, Amerika’da okulda Photoshop 2.0 öğrenmeye başladığımda layer dahil bugün kullandığımız özelliklerin yüzde 95 eksik olduğu versiyonu piyasadaydı. Ve şimdi de Generative AI sayesinde çikolata fabrikasında kilitli kalmış çocuk neşesiyle benzer şeyleri üretiyorum. Üç farklı dönemi yaşamak ne büyük şans.

Kariyerim boyunca hep en yeninin peşinde koşan, eskiye takılıp kalmayan birisi olmaya çalıştım. Ama itiraf etmem gerekirse eskiyi özlüyorum. Çünkü üzülerek görüyorum ki ne yaratıcılığın ne cesaretin ne birlikteliğin ne de fikre saygının anlamı artık aynı değil. Türk Reklamcılık lügatında bazı kelimelerin anlamı tamamen başka yerlere kaydı.

Yaratıcılığın anlamı nerede kayboldu?

Genel bir vasatlık var ülkede hepimizin kabul ettiği. Eskiden vasatsan pek insan içine çıkmak istemezdin, çünkü bilirdin ki yeterince iyi değilsen o masada sana yer yok. Şimdi ise herkes her yerde ve gayet rahat. Neyin iyi, neyin kötü olduğu muğlak. Ve umursanmıyor da çoğunlukla. Vasatın Krallığı giderek güçleniyor.

Evet anlıyorum, “kullan at” tarzı işlerin daha yoğun kullanıldığı bir dönemdeyiz ama bu sektörün yıllar sonra da hatırlanacak kadar iyi fikirler bulamama sebebi olamaz. “Eskiden sadece TV vardı herkes o işleri izliyordu, şimdi öyle değil” söylemi de bence çok iyi fikirler için geçerli bir mazeret değil. Herkesin yaptığını yaparak insanların dikkatini çekemezsiniz, onlara kendi başlarına asla hayal edemeyecekleri şeyler sunmalısınız. “Çocuk da yaparım kariyer de” dediğimizde kimse toplumsal cinsiyet eşitliğinden bahsetmiyordu henüz ve karşılığını en muhteşem şekilde buldu. “Futbol Makinesi”ni yazdığımda herkes davullu bayraklı futbol filmleri yapıyordu birbiri ardına ve biz ilk kez futbola dair konuşulamayan gerçekleri konuşarak insanların dikkatini çekebilmiştik. Ne yapmamız gerektiği konusu aslında basit ama istediğimize ulaşmak tutku, yetenek ve disiplin istiyor.

İyi fikir bulmak değil, iyi kalmak zor

Bu sektörde geçirdiğim yıllar boyunca çok yetenekli reklamcılar gördüm. Onları farklı kılan şey ne yaptıkları kadar, süreklilikleriydi. Herkes kariyeri boyunca birkaç iyi fikir bulabilir. Ama sürekli iyi fikir bulmak, yapılmamışı yapmak kolay bir şey değil. Kendimi hep bu yönde geliştirmeye ve zorlamaya çalıştım. Hâlâ en iyi fikrimi bulmanın peşindeyim. Bugünden geriye dönüp baktığımda benim favori reklamcım Ali Taran. İnanılmaz yetenekli bir hikâye anlatıcı. Sonra Serdar Erener gelir. Sezgiselliğe metodolojiyi ekleyen daha farklı bir tarz. 

Artık ustalar yok. Benim dönemimden pek kimse kalmadı. Ustalar olmayınca çıraklık da yok. Zaten iyi fikrin maddi ve manevi karşılığı alınamadıkça eskisi kadar yetenekli insan da gelmiyor sektöre. Ama çok sayıda CCO’muz mevcut (!) Sektörde çavuşluktan albaylığa geçiş altı ay. Sonra o albayın altına başka çavuşlar gelecek ve bir şeyler öğrenecek artık nasıl olacaksa. (Bürokrasideki Audi A8 Long modası gibi bir CCO modası var bir süredir. 100 kişilik ajansın CCO’su mu olur Allah aşkına! Öbür taraftan da bilgisiyle, tecrübesiyle bir yere “CCO” olabilecek, değer katabilecek insanlar erkenden sektörü bırakıyor anlaşılmaz bir şekilde.)

Reklamveren de dertli

Peki, sen kaç kişiye dokundun, kaç kişiyi yetiştirdin dersen epey bir insanla yolum kesişti ve az ya da çok kaderlerine etki ettim diyebilirim. Onlar bana yardımcı oldu, ben onlara yardımcı oldum. Kimi yönetici oldu kimi ajans sahibi. Hâlâ aynı süreç devam ediyor ve kendini geliştirmek isteyen yeteneklere yardımcı olmaya çalışıyorum. Beni bilen bilir, dobra bir insanımdır. Net olmayı severim ve politik cambazlıktan hoşlanmam. Tabii kimisi bu tarza uyuyor ve gelişiyor kimisi ise gerçekleri duymaktan hoşlanmıyor. Türk toplumunun genel sorunudur zaten netlik ve disiplin. Kandırılmayı, şişirilmeyi tercih ederiz.

Reklamveren tarafı da dertli. Konkurlar reklamverenin kafasındakini tahmin etme yarışmasına döndü mesela. “Biz yeni yüzyılın en teknolojik ve lider markası olacağız” diyenlerin, “Biz rakibimizi geçip şu kadar sürede 1 numara olmak istiyoruz” diyenlerin, “Çok başka, çok farklı çok yaratıcı şeyler yapmak istiyoruz. Sıradanlık istemiyoruz” diyenlerin sonradan yaptıklarını görüyorum ve inanamıyorum.

Galiba eskiden birbirimize daha çok güveniyorduk. Reklamveren reklamcıya saygı duyuyor, farklılığına ve uzmanlığına güveniyor, kendi kalıbına sokmak yerine ondan alabileceğinin maksimumunu almaya çalışıyordu. Uç bir örnek belki ama Tavukçuzade Niyazi Efendi kampanyasını McDonalds Türkiye CEO’suna anlattığımda “Anlamadım ve bana hiç komik gelmedi. Ama sen iyi diyorsan iyidir” diyerek işi onaylamıştı mesela. Ve o iş Türkiye’nin ilk gerçek entegre işi oldu, büyük ödüller dahil birçok başarıya imza attı.

Her şeye rağmen, yaptığım işi seviyorum ve hâlâ heyecanlanıyorum. Çünkü iyi fikirlerin insanları büyüleyebildiğini, sıradanlığın içinden sıra dışının çıkabileceğini biliyorum. Hâlâ en iyi fikrimin peşindeyim, hâlâ yeni şeylere bulaşmaya bayılıyorum. Sanırım Vasatın Krallığı’na karşı direnmek bizim neslimizin son ve kutsal görevi…

İlgili İçerikler

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.