Türkiye’de hâlâ herkes kendini orta sınıf sanıyor ama veriler başka bir şey söylüyor. Alım gücü düşüyor, kamu hizmetleri çekiliyor, yük artıyor. Peki bu sessiz çöküşün bize maliyeti ne?
20 yıl önce, İstanbul’un ya da Ankara, İzmir, Eskişehir gibi görece refah içindeki şehirlerin gelişmekte olan mahallelerinden birinde -örneğin Bahçelievler, Küçükesat, Karşıyaka ya da Odunpazarı’nda- iki maaşla geçinen bir ailenin hayatı, bugünküne kıyasla daha güvenceliydi. Baba mühendis ya da mali müşavirdi, anne öğretmendi, bankacıydı. Çocuklar ekseriyetle devlet okuluna gider, yazları ailece tatile çıkılır, sağlık hizmetleri kamu eliyle karşılanır, emeklilik bir gün mutlaka ulaşılacak ve ikinci bahar anlamına gelecek bir dönem olarak düşünülürdü. En önemlisi, bütün bu yaşam düzeni için devletle sürekli bir pazarlığa girilmesi gerekmezdi. Eğitim, sağlık ve konut gibi temel hizmetlere erişim kolay veya mükemmel olmasa da sağlanırdı. Bu yüzden nitelikli tüketim mümkün, gelecek tahayyülü makul, sınıfsal aidiyet istikrarlıydı.
Bugün aynı gelir grubundaki bir aile için bu düzenin neredeyse hiçbir parçası yerli yerinde durmuyor. Kamu okullarında çocuk okutmanın, nitelikli eğitimle olan bağı neredeyse tamamen koptu. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlayacak merkezi politikalar yerini, imam hatip liselerinin teşvik edildiği, müfredatın bilimsel temelden uzaklaştığı, öğretmen kadrolarının sistemli olarak değersizleştirildiği bir düzene bıraktı. Devletin asli görevlerinden biri olan kamusal eğitim, giderek ideolojik ve yönetsel tercihlerle zayıflatıldı. Bu da orta sınıf aileleri için özel okul fikrini bir lüks değil, kaçınılmaz bir güvenlik refleksi haline getirdi.
Sağlık sisteminde de benzer bir çözülme yaşanıyor. Devlet hastanesinden randevu almak artık bir hakka erişmek değil; zamanla, sabırla ve çoğu zaman da tanıdık aracılığıyla kazanılması gereken bir ayrıcalığa dönüştü. Giderek işlevsizleşen sağlık sistemi, milyonlarca insanı, çözümü özel hastanelerde aramaya veya hiç tedavi olmamaya zorluyor. Orta sınıf için bu yalnızca maddi değil, varoluşsal bir tehdit. Bu nedenle özel sağlık sigortası da giderek bir tercih değil, hayatta kalma stratejisinin parçası haline geliyor. Aile bütçelerinde artık okul taksitleriyle birlikte yıllık sigorta primleri de yer tutuyor.
Kamu emekliliği ise artık ne geçim güvencesi sunuyor ne de huzurlu bir ikinci hayat. Herkesi emekli eden sistemde aslında kimse gerçekten emekli olamıyor; haliyle emeklilik için de artık ayrıca hazırlık yapmak gerekiyor. Bireysel emeklilik planları, özel sağlık sigortaları, ileri yaş destekleri orta sınıfın yeni zorunlulukları haline geldi.
Yaz tatillerinde gidilebilecek kurum kampları çoktan tarihe karıştı; lojmanlar ise ya işlevsizleşti ya da yalnızca belli grupların ayrıcalığı haline geldi. Bugün orta sınıf, artan oranlı vergi yüküne rağmen, her geçen yıl kamu kaynaklarından daha az faydalanabildiği bir sistemin içinde yaşamaya zorlanıyor. Geliri eridikçe kamusal desteğe olan ihtiyacı artarken, kamunun kendisine sunduğu alanlar daralıyor. Bu kesimden daha fazla katkı bekleniyor, ama karşılığında daha az hizmet sunuluyor. Sonuçta, orta sınıfın bir dönem kamu eliyle örgütlenen tüm yaşamsal destek alanları -eğitimden sağlığa, barınmadan sosyal güvenceye- ya ortadan kaldırıldı ya da yalnızca ödeme gücü olanların erişebileceği biçimlere dönüştü. Ve geriye kalan: daha çok veren ama daha az alan bir sınıf.
İstanbul Planlama Ajansı’nın “Küreselden Yerele: Orta Sınıf ve Gelir Dağılımı” başlıklı raporu bu çöküşü sayısal olarak da gözler önüne seriyor. 2007 yılında Türkiye’de medyan gelir, asgari ücretin 2,7 katıydı. 2023’e geldiğimizde bu oran bire bir oldu. Yani ortalama bir yurttaş, artık doğrudan asgari gelir sınırında yaşıyor. İstanbul’da durum daha da çarpıcı: 2007’de ortanca hanehalkı geliri asgari ücretin dört katıyken, 2023’te bu oran 1,4 kata kadar düşmüş durumda. Aynı dönemde İstanbul’daki bir hanenin 100 TL’lik alım gücü 35 TL’ye geriledi. Bu yalnızca satın alma kapasitesinin daralması değil; aynı zamanda bir şehirde yaşama hakkının da sessizce ellerden kayması demek.
Türkiye’de uzun süredir, benim “makroiktisat fetişi” diye kavramsallaştırdığım bir ekonomik akıl egemen. Bu akıl, büyüme oranlarını, döviz rezervlerini, bütçe dengelerini kutsal göstergeler olarak merkeze alır; ama bu göstergelerin gündelik hayata nasıl tercüme edildiğini neredeyse hiç sorgulamaz. Ekonomi, hanehalkı bütçesinden değil; merkez bankası sunumlarından, model tablolarından ve uluslararası reytinglerden ibaret sayılır. Oysa yüksek enflasyon, yalnızca teknik bir gösterge değil, doğrudan maaşlardan çalınan bir vergidir. Yanlış para politikalarının tetiklediği bu erime, ilk ve en çok orta sınıfın yaşam standardına zarar verir. Ve ne yazık ki bu kaybı telafi etmek için uygulanan maliye politikaları da yine aynı kesimin cebine yönelir. Bütçe açığını kapatmanın yolu, bir süredir doğrudan orta sınıfın hayatına müdahaleden geçiyor: dolaylı vergilerle, sürekli zamlanan tüketim kalemleriyle, görünmez ama ağır bir yükle.
Ve bu vergisel yönelim rastlantısal değildir. Tüketim sepetlerine bakıldığında, hedef alınan kalemlerin neredeyse tamamı orta sınıfın kentli yaşamına dair: akaryakıt, sinema, kahve, kitap, kültür sanat harcamaları, özel okul ücretleri, çocukların servis bedelleri, üniversite hazırlık masrafları… Bunlar bir zamanlar konfor öğeleriydi, bugünse hayatta kalmanın önkoşulu haline geldi. Devlet, kamu hizmetlerinden çekilirken, bu sınıfı özel hizmetlere mahkûm etti. Ama bu mahkûmiyetin faturasını yine onların cebinden tahsil etmeyi ihmal etmedi.
İPA raporuna göre 2007-2023 yılları arasında Türkiye’de üst gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay yüzde 7,7 artarken, orta sınıfın payı yüzde 5, düşük gelir grubununki ise yüzde 2,7 azaldı. Türkiye’de orta sınıfın toplam servetten aldığı pay, Avrupa kıtası içinde en düşük seviyeye gerilemiş durumda. Bu yalnızca bir gelir kaybı değil; aynı zamanda bir temsil, bir onur, bir hak kaybı. Türkiye’de bugün servet yalnızca yukarıya doğru yeniden dağıtılıyor; bu dağılımın maliyeti ise en fazla üretim sürecinde yer alan ama sermaye birikimine katılamayan orta sınıfa yükleniyor.
Üstelik bu baskı yalnızca dikey hareketliliği değil, yatay dengeyi de bozuyor. Sınıf hareketliliğine dair veriler gösteriyor ki orta sınıfın gençleşmesi durdu: 15-29 yaş grubu, 2007’de orta sınıfın yüzde 22’sini oluştururken, bu oran 2022’de yüzde 15’e gerilemiş. Gençler artık ne eğitimle ne işle orta sınıfa dahil olabiliyor. Ayrıca orta sınıf içinde “alt segment” büyürken, “üst segment” küçülüyor. Bu yalnızca ekonomik daralma değil, toplumsal bir daralma da yaratıyor.
George Orwell, 1941 tarihli “The Lion and the Unicorn” denemesinde “upper-lower-middle class” dediği sınıfı tanımlar: ne sistemin kazananıdır ne de açık mağlubu. Ne sesini çıkarır ne de tam anlamıyla susar. Türkiye’de bu sınıf, her şeyin farkında ama hiçbir şeyi değiştirecek mecrası olmayan, sistemin taşıyıcısı olduğu halde hiçbir karar mekanizmasına katılamayan bir duruma evrildi. Ve en tehlikeli sessizlik, bu sessizliktir.
Bu durum yalnızca ekonomik değil, siyasal bir kırılmayı da beraberinde getiriyor. Orta sınıf, demokrasilerin sessiz çoğunluğudur. Katılır, talep eder, örgütlenir. Orta sınıfın güçlü olduğu yerlerde kurumlar işler, liyakat ödüllendirilir, temsil dengeli dağılır. Bugün Türkiye’de bu dengenin kaybında, orta sınıfın çöküşü kadar sessizliğinin de rolü var. Siyasal kutuplaşma, temsili demokrasinin zayıflaması, kurumsal çözülme-bunların hiçbiri yalnızca ideolojik değil; aynı zamanda sınıfsal meseleler.
İPA raporuna göre bugün Türkiye’de nüfusun yüzde 72’si hâlâ kendini orta sınıfa ait hissediyor. Ama bu hissiyatın gerçekle ilgisi gittikçe azalıyor. Orta sınıf, artık bir refah hayali değil; mevcudu koruma çabası. Ne yükselebiliyor ne yeniden yapılanabiliyor. Eskiden orta sınıf olmak, güvenli bir hayata açılan bir kapıydı. Bugün orta sınıf olmak, o kapının önünde uzun süredir beklemek demek.
Ve belki de bu çağda orta sınıf olmak, çalışarak yükseleceğine dair kolektif inancın çöktüğü bir düzende kalakalmak demek. Artık gençler, canlarını bu ülkenin gelir dağılımının üst yüzde 10’luk dilimine atamayacaklarını düşünüyorlarsa, çareyi orta sınıf cenderesinde sıkışmak yerine kapağı yurt dışına atmakta buluyorlar. Bu yalnızca bireysel bir kaçış değil; ülkenin demografik ve ekonomik geleceği açısından da alarm verici bir eşik. Çünkü göç edenler, yalnızca vasıflı işgücü değil, aynı zamanda vergi veren, tüketen, değer yaratan, topluma yön verme potansiyeli taşıyan sınıf. Gidemeyen ise içinden gidiyor: bağını koparıyor, geri çekiliyor, ilgisini kaybediyor. Bugün orta sınıf yalnızca vergi değil, bu ülkenin geleceğine dair inancını da kaybediyor. Ve bir toplum için bundan daha tehlikeli bir kopuş yok.
Belki de bu sınavda orta sınıfın yaşadığı en büyük sorun yalnızlık. Ne iktidarın gündeminde öncelikli bir yerleri var, ne de muhalefetin söyleminde bir gelecek tahayyülü olarak anılıyorlar. Oysa ülkenin üretim yükünü sırtlayan, emeğiyle değer yaratan ve tüketim tercihlerinde de nitelik arayan bir kesimden bahsediyoruz. Hiç değilse piyasa aktörlerinin, özel sektörün, markaların bu sessiz çoğunluğu fark etmeye, hikâyelerini hatırlamaya ihtiyacı var. Çünkü bu sınıf yalnızca alışveriş yapmaz; aynı zamanda bir kültürü, bir beklentiyi, bir insani standardı temsil eder.
Ve belki de bu sınıf yeniden görünür olursa hem ekonomi hem toplum biraz daha adil nefes alabilir.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.