Yaratıcılığın biçimde değil, fikirde arandığı bir dönemdeyiz. Liderlik artık sahada olmakla, anlamlı olanı savunmakla, geleceğe sahip çıkmakla ölçülüyor. CMO Future Business Symposium’da dördüncü kez bir araya gelen pazarlama liderlerinin ortak sesi, 2025 yılı için bir manifestoya dönüşüyor.
Liderler sahaya inmeli. Toplumsal meseleler popülerlik kazandıklarında değil, her daim marka desteği görebilmeli. Bugün yaratıcılık, nasıl söylediğinizde değil, ne söylediğinizde. Ajans ve müşteri ilişkisi kreatif problemler değil, iş problemleri merceğinde kurgulanmalı. Beş yıllık stratejiler geliştirmenin mümkün olamadığı günümüz belirsizlik dünyasında kısa vadeli, örneğin iki haftalık ya da üç günlük kapsama alanı olsa da netliğe yatırım yapılmalı. Veri odaklılık küçük kararlarla yol alabilmeyi mümkün kılacak şekilde yapılandırılmalı.
Bu önermeler, CMO Future Business Symposium’da dördüncü kez bir araya gelen marka liderlerinin tartışmalarından bazı inci taneleri. Bu inci tanelerini yazıya dökmeyi önemsiyoruz. Gelenek olduğu üzere bu yılın buluşmasının ardından da sempozyum çıktılarını bir manifesto haline getiriyoruz.
Öncesindeyse tüm katılımcılarımıza, CMO Society üyelerine, ekip arkadaşlarına, teknoloji liderlerine, platformlara ve konuşmacılarımıza teşekkür etmek isteriz. Sempozyum sonrasında düzenlediğimiz ankette geri bildirimlerinizi bizimle paylaştınız ve gelecek yıllar için yaratıcı önerilerde bulundunuz. Ankete göre, katılımcıların yüzde 40’ının beğendiği, yüzde 60’ının çok beğendiği bir buluşma gerçekleştirdik. Yüzde 37,5 için networking ve deneyim paylaşımı imkânı ve 32,5 için işlerine yönelik sorunları ve çözüm önerilerini samimi bir ortamda masaya yatırabilme fırsatı bulduğunu belirtiyor, yüzde 25 içinse de ilham verici konuşmacılarla bir araya gelebildikleri bir platform.
Veri Enstitüsü’nün araştırmalarına göre, Türkiye’de gençlerin yüzde 79’u ülkenin 5 yıl içinde daha iyi bir yerde olacağına inanmıyor. Bu oran, yalnızca karamsarlığı değil; beklentisi yüksek, geleceği sahiplenme arzusu taşıyan, ancak buna imkân bulamayan bir kuşak portresi çiziyor. Türkiye’de evlenme yaşı 27-28’e, çocuk sahibi olma yaşı ise 35’e yükseldi. Metropollerde yaşayan 30 yaş altı bireylerin yüzde 45’i bekâr. Bu gençler klasik siyasetten uzak duruyor; ama değişim talebini iş değiştirme sıklıkları, göç arayışları ve tüketim tercihleriyle dile getiriyor. Aslında müzakere ediyorlar; sadece bir yaşam değil, anlamlı bir ilişki, katılabilecekleri bir gelecek arıyorlar.
Demografik yapının hızla değiştiği bir ülkede, genç kuşakların değerleri, motivasyonları ve itiraz biçimleri tüm sektörler için yeniden düşünülmeli. İnsan kaynakları planlamasından pazarlamaya, finansal ürünlerden kültürel içeriklere kadar gençleri merkeze alan her yaklaşım, bu yeni sosyolojik tabloyu referans almalı. Onlar yalnızca “karamsar” değil; yön arayan, yeni bir yaşam modelinin parçası olmak isteyen, zeki ve dikkatli gözlemciler.
Türkiye, her yıl yetenekli insan kaynağını yurtdışına kaptırırken, içerideki potansiyeli tam anlamıyla harekete geçiremiyor. Beyin göçü sadece bir “kayıp” değil, aynı zamanda yeniden düşünülmesi gereken bir yetenek ekosistemi çağrısı olarak yeniden kavramsallaştırılabilir.
Yeni nesil iş yapma biçimleri, yetenek havuzlarını sadece İstanbul, Ankara ve İzmir gibi metropollerle ya da “birkaç üniversite” markasıyla sınırlamamalı. Anadolu şehirlerinde, taşra üniversitelerinde ya da yerelde iş yapma pratiğine hâkim, dijital yetkinliği yüksek, yaratıcı düşünebilen gençler var. Bu gençlerle kurulacak ilişkiler, sadece yeni insan kaynağı değil, aynı zamanda kültürel kapsayıcılık ve farklı bakış açıları sunacaktır. Bugünün lider kurumları, yeteneği dışarıdan ithal eden değil; içeride saklı olanı gören, büyüten ve onunla birlikte dönüşen kurumlar olacak.
Pazarlama artık sadece iletişim değil; karar verme süreçlerinin kalbinde yer alan stratejik bir disiplin. Bu yüzden CMO’lar yalnızca “marka yöneticisi” değil, aynı zamanda “organizasyonun değişim lideri” rolünü üstlenmeli. Tüketici verisini yorumlayıp eyleme dönüştürmekten kur krizlerinin fiyatlama stratejilerine etkisini öngörmeye; içerik üretiminden kültürel trendleri analiz etmeye kadar çok yönlü bir refleks geliştirmeleri gerekir. Bugünün CMO’su; insan davranışlarını anlamada derin sezgiye sahip, teknoloji ve yapay zekâyla yaratıcı işbirliği kurabilen, finansal okuryazarlığı yüksek ve küresel para politikalarını takip eden, değişen toplumsal duyarlılıklara duyarlı bir lider olmak zorunda. Çoklu sıfatlı CMO’lar yükselişte; dolayısıyla, görev tanımlarını güncellemek ve zihinsel çerçeveyi genişletmenin tam zamanı.
Günümüzde bir markanın kaderi, siyasetin, ekonominin ve küresel ilişkilerin yönüyle ve jeopolitik risklerin etkisiyle doğrudan bağlantılı. Tüketiciler nezdinde markalar; bazen sessiz kaldıkları bazen yanlış tarafı seçtikleri bazen de tarafsız göründükleri için cezalandırılabiliyor. 2025’in ilk dört ayı hem Batı’da hem Türkiye’de birçok boykota sahne oldu. Tüketiciler, tüketim gücünün etkisini fark ettikçe boykotlar markalar için istisnai durumlar değil, günlük riskler haline geliyor. Bu nedenle, güven konumlandırması yalnızca kriz anlarına bırakılmamalı; her an, tutarlı ve bilinçli bir şekilde inşa edilmelidir.
Türkiye iş dünyası, belirsizlik dönemlerinde ve enflasyonist ortamlarda ticareti sürdürme konusunda Batılı muadillerine kıyasla daha fazla deneyime sahip. 2001 ekonomik krizini geride bırakan Türkiye’de özel sektör temsilcileri, başarı hikâyelerini paylaşmak üzere başta ABD olmak üzere birçok Batı ülkesindeki iş okullarına ve konferanslara davet edilmişti. Batı’nın 2025 itibarıyla yaşadığı enflasyon sorunları göz önüne alındığında, benzer davet ve buluşmaların önümüzdeki yıllarda da artarak devam etmesi muhtemel. Bu davetler, Türkiye’nin itibar artışına, global yumuşak güçlerinin gelişimine ve gelecek hikâyesinin oluşumuna katkı sağlayacak.
Türkiye, milyonlarca göçmene ve yabancı uyruklu vatandaşa ev sahipliği yapıyor. 2015 sonrası özellikle Ortadoğu’dan gelen göçlerle demografik yapısı değişen şehirler ve dönüşen mahalleler, kültürel etkileşimin ya da tansiyonun yeni adresleri haline geldi. Bu gerçeklik, markalar ve ajanslar için henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş bir alan.
Bugünün göç deneyimi geçmişten farklı; insanlar artık daha bağlantılı, daha hareketli ve daha hızlı adapte oluyor. Ancak bu, derinlemesine anlaşılmayı gerektiren kültürel kodları ortadan kaldırmıyor. Türkiye’de yaşayan, çalışan, aile kuran bu toplulukların yaşam tarzları, tüketim alışkanlıkları, değer sistemleri ve hikâyeleri, sadece “farklı” olarak değil, zenginleştirici bir perspektifle ele alınmalı.
Türkiye ekonomisinin temel kırılganlıkları yıllardır değişmiyor: Yüksek dış açık, yüksek enflasyon ve düşük tasarruf oranı. Son dönemde küresel emtia fiyatlarının gerilemesi, Türkiye için bir fırsat penceresi açıyor. Bu dönemde yapılacak tercih kritik: Kısa vadeli büyümeyi mi hedefleyeceğiz, yoksa yapısal riskleri hafifleten, uzun vadeli bir dengeleme stratejisi mi izleyeceğiz? Türkiye çoğu zaman büyümeyi önceleyen refleksler gösteriyor ancak bu büyüme, gelir dağılımında daha derin uçurumlar, düşük kaliteli istihdam ve artan kırılganlıklar anlamına geliyor.
Aynı zamanda, Türkiye’nin küresel ticaret savaşlarından görece az etkileniyor oluşu bir avantajken; dış finansmana yüksek bağımlılığı ciddi bir dezavantaj. Bu dönemde özellikle döviz cinsinden borçlanmak, kur şoklarına ve dışsal dalgalanmalara açık hale gelmek demek.
Türkiye’de mağduriyet söylemi uzun yıllardır siyasetten kültüre, markalardan medyaya birçok alanda güçlü bir anlatı aracına dönüştü. Ancak bu söylem, çoğu zaman gerçek sorunları görünmez kılıyor ve toplumu duygusal tepkiler üzerinden kutuplaştırıyor. Artık hikâye anlatıcılığı, dramatik uçlardan beslenen mağduriyet temelli yaklaşımlardan çok; empati, makuliyet ve ortak değerler üzerinden şekillenmeli.
Gri alanlara, yani kesin yargılardan uzak ama herkesin kendinden bir şey bulabileceği duygusal kesişim noktalarına yatırım yapmak, hem daha kapsayıcı hem de daha yaratıcı anlatılar üretmenin yolunu açacaktır. Toplumu birleştiren markalar ve kurumlar; keskin hatlar çizen değil, duyguların buluştuğu alanlarda samimiyetle var olanlar arasından çıkacaktır.
21’inci yüzyılda işbirliği bir seçenek değil, etik bir sorumluluk. Bugünün yetenekli ve liyakatli bireyleri, kamusal alandan çok özel sektörde kariyer yapmayı tercih ediyor. Bu durum, ekonomik, beşerî ve sosyal sermayesi güçlü kurumlara yalnızca kâr maksimizasyonu değil, kamusal değer üretme sorumluluğu da yüklüyor.
Artık markaların ve kurumların, sosyal faydayı halkla ilişkiler faaliyetlerinin ötesinde, uzun vadeli düşünce ortaklıkları ve çözüm odaklı koalisyonlarla üretmesi gerekiyor.
“Düşünce imeceleri” tam da bu noktada devreye giriyor: farklı disiplinlerden, sektörlerden ve yaşam deneyimlerinden beslenen, birbirinden öğrenen, ortak aklı kolektif etkiyle birleştiren yeni bir iş yapma biçimi.
Bugünün karmaşık sorunları ancak bu tür çok sesli, çok aktörlü ve uzun soluklu düşünsel ortaklıklarla çözülebilir. Özel sektör, bu yeni “kamusal aklın” oluşmasında öncü bir rol üstlenmeli.
Geç modernleşen ve küresel ekonomiye sonradan entegre olan Türkiye ve Çin, benzer yapısal asimetrilere sahip iki ülke. Çin’in, devlet-özel sektör iş birliklerine dayalı planlı ekonomi modeli ve yurtdışında eğitim görmüş yetenekli insan kaynağını ülkesine geri kazandıran politikaları, onu teknoloji ve ticaret alanında küresel bir güç haline getirdi. Türkiye bu deneyimden önemli dersler çıkarabilir.
Öte yandan, Çin’in en büyük pazarı olan ABD’nin uyguladığı yüksek gümrük tarifeleri, Çinli şirketlerin Avrupa başta olmak üzere diğer pazarlara daha agresif bir şekilde yönelmesine neden olabilir. Türkiye, başlıca ihracat pazarlarını oluşturan bu coğrafyalarda Çin’le rekabet edebilmek için proaktif ve farklılaştırıcı ticaret stratejileri geliştirmeli.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.