Çin ve belirsizlik çağının düzeni

Çin, Amerikan siyasetinin küresel düzenin maliyetlerini üstlenmeye yönelik isteksizliğinin yarattığı boşluğu hızla doldurmaya çalışıyor. Pekin’in amacı yalnızca ticaret koridorları açmak değil; aynı zamanda altyapı, enerji, finans ve dijital ağlar üzerinden kendi normlarını ve standartlarını küresel sisteme entegre etmek.

PROF. DR. EVREN BALTA

Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı

Bugünün uluslararası sistemi, artık ne tek kutuplu ne de gerçek anlamda çok kutuplu. ABD hâlâ küresel ekonominin belkemiği; dolar rezerv para olarak egemenliğini sürdürüyor. Ülkenin ileri teknoloji ve savunmadaki üstünlüğü tartışmasız. Ama bu maddi kapasite, siyasi irade ile desteklenmiyor. İç kutuplaşma, “America First” politikaları ve dış müdahale yorgunluğu, Washington’un hegemonik rolünü sınırlıyor.

Ortaya çıkan tablo, ne tam anlamıyla bir hegemonun düzeni ne de dengeli bir çok kutupluluk; ABD’nin küresel kapasitesi sürse de iradesi zayıf, Çin ve diğer yükselen güçler ise düzeni tek başlarına üstlenmeye hazır değil. Bu yüzden sistem, tek merkezin yönettiği bir düzen ile çok merkezli bir rekabet arasında gidip gelen kırılgan bir dengeye sahip.

Bu dengenin en çarpıcı özelliği, düzenin (bir zamanlar yarım yamalak da olsa var olan) evrensel ilkeler üzerinden değil, giderek parçalı pazarlıklar üzerinden işlemesi. Enerji güvenliği, tedarik zincirleri, dijital standartlar, iklim finansmanı ya da borç yapılandırmaları… Her bir alan, rekabet eden normların ve geçici koalisyonların sahası haline gelmiş durumda. Bundan çok kısa bir süre önce barışın ve küresel ticaretin güvencesi olarak görülen ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığı bile artık devletler arası baskının aracı haline geldi. Tıpkı nükleer silahların çoğalması gibi, artık ekonomik araçlar da stratejik silahlar olarak kullanılıyor.

Küresel ekonomi ve siyaset, daha önce hiç olmadığı kadar jeoekonomik baskılar, ani kırılmalar ve güven krizleriyle tanımlanıyor. Bu nedenle içinde bulunduğumuz çağ, yalnızca güç dengesindeki kaymalarla değil, aynı zamanda kuralların pazarlık konusu olduğu ve istikrarın kalıcı güvencelerden çok kısa vadeli anlaşmalarla sağlandığı bir “belirsizlik çağı” olarak okunmalı.

Boşluğu dolduran Çin

Çin, Amerikan siyasetinin küresel düzenin maliyetlerini üstlenmeye yönelik isteksizliğinin yarattığı boşluğu hızla doldurmaya çalışıyor. Kuşak-Yol projeleri, Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS’in genişlemesi bu stratejinin temel araçları. Pekin’in amacı yalnızca ticaret koridorları açmak değil; aynı zamanda altyapı, enerji, finans ve dijital ağlar üzerinden kendi normlarını ve standartlarını küresel sisteme entegre etmek. Bu çabalar, Çin’in küresel ekonomide “alternatif bir merkez” olma iddiasını besliyor.

Xi Jinping’in sıkça tekrarladığı “hegemonya değil işbirliği” söylemi, özellikle Batı’nın tarihsel olarak yavaş, bürokratik ve kimi zaman da ikiyüzlü bulunan müdahalelerinden bunalan Küresel Güney’de güçlü bir yankı buluyor. Çin, demokrasi ya da liberal değerler sunmuyor; onun yerine kalkınma, egemenlik ve istikrar vaat ediyor. Bu, Batı’nın “normatif üstünlüğünün” aşındığı bir dönemde etkili bir cazibe. Afrika’da demiryolu hatlarından Latin Amerika’daki liman yatırımlarına, Güneydoğu Asya’daki dijital altyapı projelerinden Ortadoğu’daki enerji anlaşmalarına kadar uzanan girişimler, Pekin’in bu stratejisini somutlaştırıyor. Zira mesele yalnızca kimin daha fazla ekonomik kapasiteye sahip olduğu değil; kimin küresel düzende daha cazip ve uygulanabilir kurallar, daha hızlı ve esnek çözümler sunabildiği.

Cazibenin sınırları

Ancak bu cazibenin sınırları da var. Çin’in sunduğu krediler sıklıkla yüksek borçlanma maliyetleri yaratıyor ve “borç tuzağı diplomasisi” eleştirilerine yol açıyor. Sri Lanka’nın borç krizinde Pekin’den gelen kredilerin sürdürülemezliği dramatik bir iflas sürecine yol açtı. Zambiya, Kenya ve Pakistan’da da benzer şekilde Çin kredileri toplumsal tepki ve siyasi istikrarsızlık üretti. Şeffaf olmayan anlaşmalar, çevresel ve sosyal maliyetleri göz ardı eden projeler, Pekin’in uzun vadeli meşruiyetini sorgulatıyor.

Çin’in ekonomik gücü de bu noktada çift yönlü okunmalı. Bir yandan, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olarak üretim kapasitesi, ihracat hacmi ve enerji-teknoloji yatırımlarıyla benzersiz bir ölçek yaratıyor. Güneş panelleri, rüzgâr türbinleri ve elektrikli araç bataryalarında küresel standartları belirleyici aktör hale gelmesi, Pekin’e yalnızca ekonomik değil normatif güç de kazandırıyor. Öte yandan, iç tüketimin zayıflığı, gayrimenkul krizinin yarattığı kırılganlık, aşırı kapasite üretimi ve resmi istatistiklerin güvenilirliğine dair soru işaretleri, bu gücün sürdürülebilirliğini gölgede bırakıyor. Çin üretiyor ama üretim kapasitesine denk gelen bir tüketim kapasitesi yok. Goldman Sachs gibi kurumların Çin’in büyüme tahminlerini aşağı yönlü revize etmesi ya da Avrupa’da artan “ticaret savunma önlemleri” tartışmaları, Çin’in küresel talep motoru rolünü üstlenmekte zorlandığını gösteriyor.

Birleşmiş Milletler bütçesine katkılarda yaşanan gecikmeler, Çin’in küresel düzen kurucu iddiasıyla en çok çelişen alanlardan biri. Son 10 yılda ABD’den sonra en büyük finansör konumuna yükselen Pekin, hem genel bütçe hem de barışı koruma bütçesinde yüksek pay üstlenmiş olsa da, ödemelerini sık sık takviminde yapmıyor; 2020’den bu yana tekrarlanan gecikmeler BM’nin nakit akışında ciddi krizlere yol açmış durumda. Bu tablo, Çin’in küresel kurumlarda görünürlüğünü artırma isteğine rağmen, düzenin maliyetlerini paylaşmaya tam anlamıyla yanaşmadığını gösteriyor.

Kısacası Pekin, kısa vadeli altyapı yatırımları ve kredilerle cazibe yaratırken, uluslararası kurumların en temel sorumluluklarını aksatması nedeniyle uzun vadeli bir “güvenilir düzen sağlayıcı” olarak görülmekte zorlanıyor.

Demokrasilerin sınavı

Çin’in yükselişi, küresel siyasal dengeleri devirmekten çok dönüştürmeye yönelik. Bu dönüşüm, Batı’nın aşınan meşruiyetiyle birleştiğinde, uluslararası siyasetin yeni normalini tarif ediyor: belirsizlik, parçalanmış normlar ve pazarlıkla kurulan geçici düzenler. Fakat bu kırılganlık, aynı zamanda demokrasiler için bir imkân penceresi de açıyor. Çünkü kalıcı meşruiyet, yalnızca kalkınma ve istikrar vaatleriyle değil; toplumsal adalet üreterek, gelir uçurumunu daraltarak ve iklimden göçe, yapay zekâdan borç krizine kadar küresel sorunlara kolektif çözümler geliştirebilme kapasitesiyle kurulabilir.

Günümüzün asıl sınavı, Çin’in sunduğu otoriter kalkınma modeline karşı “özgürlük” sloganını tekrarlamak değil; demokrasilerin kendi iç performansını dönüştürmesi, yurttaşlarına eşitlikçi, güvenli ve yaşanabilir bir gelecek sağlayabilmesi. Eşitlik ve kapsayıcılık temelinde yenilenen demokrasiler dışında, bugünün dünyasına güven ve istikrar vaat edebilecek başka bir yol yok.

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.