Büyük depremi izleyen süreçteki kriz yönetimini değerlendiren Prof. Dr. Haluk Gürgen, "Açık, şeffaf, hesap verebilirlik ve etik ilkelere uygun bir şekilde tüm paydaşlarla, katılımcı bir kriz yönetimini sürdürülebilir kılmak gerekiyor" diyor.
16.03.2023 - 11:56 | MediaCat
Ulrich Beck’in “risk toplumu” olarak adlandırdığı günümüz toplum yapısında kriz çıktıktan sonra yapılacaklardan ziyade kriz çıkmaması için yapılacakların çok daha önemli olduğunun altını çizen Prof. Dr. Haluk Gürgen, ülkenin güneydoğusunu etkileyen depremleri izleyen kriz yönetimi sürecine ilişkin düşüncelerini MediaCat için kaleme aldı.
Prof. Dr. Haluk Gürgen
Kahramanmaraş merkezli deprem, aralarında Hatay ve Adıyaman’ın da bulunduğu 10 ilimizi korkunç boyutlarda etkiledi. Geride 40 binin çok üzerinde ölü ve yüzbinlerce yaralı ile taş üstünde taş kalmamış kentler, gözü yaşlı insanlar, anasını babasını yitirmiş bebekler, çocuklar, gençler, ailesini, yakınını, işini gücünü, malını mülkünü kaybetmiş binlerce insan bıraktı. Tüm ülkenin bu büyük acıyla kavrulmuş yürekleri tek bir yürek oldu. İnsanlarımız, olağanüstü bir dayanışma içinde depremin açtığı derin yaraları sarmak için harekete geçti.
Ne var ki, bir devlet kurumu olarak kriz yönetiminden sorumlu AFAD depreme müdahale etmede yeterince hızlı hareket edemedi. İlk iki gün arama kurtarma çalışmaları, barınma, ısınma, tuvalet ve diğer yapılması gereken işler, hizmetler büyük ölçüde yapılamadı. Daha sonraki günlerde AFAD kendini toparlayıp görece doğru adımlar atmış olsa da ilk iki günde ortaya çıkan gerçek, AFAD’ın dolayısıyla hükümetin krizi iyi yönetemediği gerçeğini de algısını da değiştirmeye yetmedi.
Depremin ilk günlerinde insanlarımızın feryatları, yakınmaları, acıları, öfkeleri özellikle sosyal medyada çok büyük karşılık buldu. Gerek gazetecilerin gerekse insanların çektikleri her biri yürek parçalayan korkunç görüntüler, sosyal medyada yayıldıkça yayıldı. Kötü ya da iyi niyetle yapılan bu sosyal medya paylaşımları, hükümetin krizi iyi yönetemediğine ilişkin inancı güçlendirdikçe insanların öfke, çaresizlik ve güvensizlik duygularının giderek artmasına yol açtı.
Krizi yönetme sorumluluğunu üstlenenler başta “Deftere yazıyoruz” gibi açık tehditlerle ve hemen ardından da Twitter ve TikTok gibi sosyal medya platformlarını kapatma yoluna giderek kriz yönetimini doğal mecrasından ne yazık ki saptırdı. Bunun sonucunda, depremin yıkımından, kayıplarından, acılarından rant devşirmek isteyen hükümet de dahil tüm siyasi aktörlerin ekmeğine yağ sürülmesine fırsat verdi. Fakat ne var ki, bu büyük acıyı yüreklerinde hissederek yardım etmek için seferber olan insanlarımız, toplumun siyasi bölünmüşlük, kutuplaşma gerçeğine karşın sağduyu ile hareket etme basiretini gösterdi ve beklenen tepkiyi vermedi.
Diğer yandan kriz dönemlerinde iletişimi ve özellikle sosyal medyanın sınır tanımaz gücünü insan hakları ve hukuka bağlı kalarak yönetmenin kolay olmadığını tabii ki dikkate almalıyız. Fakat, kriz yönetiminde temel doğrulara uygun bir şekilde politika ve uygulamaları hayata geçirerek bu konuda başarı kazanabileceğimizi de unutmamalıyız. Her şeye karşın gerçek ve doğruların, yalanı ve kötüyü değersizleştireceğine, silip süpüreceğine olan inanç ve umudumuzu yitirmemeliyiz.
Ulrich Beck, içinde bulunduğumuz zamanların toplumunu “risk toplumu” olarak adlandırır. Risk toplumunda kriz çıktıktan sonra yapılacaklardan ziyade kriz çıkmaması için yapılacaklar çok daha önemlidir. Örneğin, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu çok uzun yıllardır bilimsel bir gerçek olarak bilinmesine karşın alınması gereken çok yönlü önlemlerin ya hiç alınmadığı ya da yetersiz kaldığını görüyoruz. Kötü olan her şeyi çok çabuk unutma eğilimi içinde olduğumuz için ne yazık ki yaşanan depremleri, acıları da çok çabuk unutuyor ve ancak büyük bir deprem olduğunda yeniden hatırlıyoruz. Oysa başta devlet olmak üzere sivil, özel tüm kurumların ve özellikle medyanın bu konuyu zihinlerimizde canlı tutması, alınması gereken önlemleri alması gerekir. Hükümetin, bu büyük riskin bir krize dönüşmemesi için başta belediyeler, sivil toplum kuruluşları olmak üzere tüm paydaşları teşvik edip katılımını sağlayarak vatandaşları bilgilendirmesi, dinlemesi, sorularını yanıtlaması gerekir.
Ne var ki vatandaşın iletilen bilgiye inanmasının, krizi yöneten kurum ve sözcülerinin itibarına ve onlara duyulan güvene bağlı olduğunu da unutmamak gerekir. Güven ise açıklık, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine uymakla sağlanabilir. Özellikle yönetimlerin kendini savunmak, aklamak ya da ne denli başarılı olduklarını göstermek amacıyla değil; neyin neden yapıldığını ya da yapılmadığını açıklayacak şekilde doğruları, yanlışları açıkça dile getirecek bir hesap verebilirliği hayata geçirmesi önemlidir.
Kısacası günümüz risk toplumunda krizlerle baş etmek için açık, şeffaf, hesap verebilirlik ve etik ilkelere uygun bir şekilde tüm paydaşlarla katılımcı bir kriz yönetimini sürdürülebilir kılmak gerekir. Ancak bu şekilde sosyal medyanın da yıkıcı, olumsuz etkileriyle mücadelede önemli başarılar kazanılabilir.
Brand Finance Restaurants 25-2023 sonuçlarına göre Starbucks dünyanın en değerli restoran markası unvanını koruyor.