MediaCat

“Bilinç için yeni bir tanıma ihtiyacımız var”

Makineler çağında insanı, bilinci ve dili yeniden kurgulamak için Brand Week Istanbul’da aramıza katılacak olan Riccardo Manzotti ile felsefi bir sohbete giriştik.

"Bilinç için yeni bir tanıma ihtiyacımız var"

İçsel dünyamıza ya da bugüne dek kullanmaya alıştığımız ifadesiyle kartezyen egoya veda zamanı gelmiş olabilir. “Bir ben var benden içeri” varsayımı da binyıllık ağırlığına ve şiirsel cazibesine rağmen bilincin hakkını vermiyor. Makineler çağında insanı, bilinci ve dili yeniden kurgulamak için Brand Week Istanbul’da aramıza katılacak olan Riccardo Manzotti ile felsefi bir sohbete giriştik.

1960’ların sonunda dünyayı ya da toplumu anlamaya çalışan birkaç düşünür postmodernizmin gelip geçici bir trend olmadığını fark etmişti. Üretim ilişkileri, ahlak, politik anlatılar, hepsinin değiştiğini ve bunun kalıcı olacağını söylemişlerdi. Bir düşünür olarak bugün yapay zekâ sizin için benzer düşünceler uyandırıyor mu? Yeni bir tarih mi bu?

Evet, buna kesinlikle katılıyorum. Bence insanlık tarihinde bir dönüm noktasında bulunuyoruz. Çünkü ilk kez makineler dile hâkim olabildiler. Dile hâkim olmak, insan bilgisine ulaşmak demek. Ve bu bizim şimdiye kadar sahip olduğumuz en değerli hediye ya da araçtı. İnsan medeniyeti temel olarak dille başladı. Neolitik devrimde, kendi varoluşumuzu geri kalan biyolojik dünyadan ayırmamız dille mümkün oldu. Bugün makinelerin böylesi muhteşem bir yetenekle dili kullanması, ki bazı açılardan ortalama insandan daha iyiler, çok etkileyici.

Genelde felsefenin sözünü devrimler sona erdikten sonra söylediği düşünülür. Felsefe diğer filozofların geçmişte ne söylediğinin analiz edildiği disiplin değil, özel bir tavırdır. Hiçbir şeyin verili kabul edilmediği, tüm yaşananların ne anlama geldiğini keşfetmeye yönelik kaynağa ve kökenlere doğru bir yolculuktur. Ne zaman bu yaklaşıma ihtiyaç duyarız? Tarihte dönüm noktaları yaşandığı zaman. Paradigma değişimleri yaşadığımız ve kavramsal şemalarımızı yenilememiz gerektiği zaman. İçinde bulunduğumuz tarihsel an da böyle bir an. Makineler artık dili kullanıyor. Öyleyse, insanın, dilin ve bilginin ne olduğu üzerine yeniden düşünme zamanı.

Bugün, bilince dair önümüzdeki en büyük mesele nedir?

Bilinç bizi hâlâ makinelerden ayırdığını düşündüğümüz en önemli yeti. Bir bireyi anlamak için bilinci anlamamız elzem. Artık zekâ yeterli değil. Hatta dil bile yeterli değil. Birkaç yıl öncesine kadar, insanlar ve diğer şeyler arasındaki tek farkın dil ya da belli başlı düşünsel kapasiteler olduğuna inanılırdı. Bu sınır makineler tarafından geçildi. ChatGPT Turing testini geçti hatta bazı danışanlar karşılarında bir yapay zekâ terapisti olduğu zaman daha rahat hissettiklerini dile getiriyor. Bugün bizim sahip olduğumuz ve yapay zekânın sahip olmadığı tek şey bilinç. Mesele bilince dair bilimsel olarak da ikna edici bir tanım bulabilmekte. Komedyen Groucho Marx, “Beni üye olarak kabul edecek bir kulübe asla üye olmak istemem” derdi. Bilim de bilinç konusunda böyle paradoksal bir şey yapıyor. Bilinci gerçekliğin, yani fiziksel dünyanın bir parçası olarak kabul etmiyor. Nörobilim, psikiyatri ya da kognitif bilimler nöral aktivitilere bakıyorlar ancak henüz bilinç denebilecek fiziksel bir yapı bulabilmiş değiliz. Bu yüzden, fiziksel olarak mümkün kılamadığımız bilinci, bedenden ayırarak fiziksel olmayan, doğal dünyanın parçası olmayan bir varlıkmışçasına kurguluyoruz. Bunu değiştirmemiz ve bilincin daha bilimsel bir tanımını geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Öyleyse sizin yayılmış zihin kavramınızı biraz anlamaya çalışalım ya da yeni verdiğiniz isimle “zihin-nesne özdeşliği teorisini”.

Bugün Güneş’in Samanyolu galaksisinin merkezinde olduğu teorisi kulağa çok basit geliyor. Ancak 15’inci yüzyılda bunu anlamak, dönemin en parlak akıllarını buna ikna etmek çok zordu. Zira hakikat olarak kurguladığımız düzenin tamamen değişmesini gerektiriyordu. Zihin konusuna da böyle bakıyorum. Beden-zihin ayrımı, sahip olduğumuz ve Batı düşünce tarihini çok uzun zamandır meşgul eden en büyük yanlışlardan biri. Yani bizim, deneyimlediğimiz dış dünyadan farklı bir gerçeklikte konumlanan bir zihne sahip olduğumuz varsayımı. Ekstra bir varlık icat ettik. “Ben gündelik hayatımda gördüğüm, dokunduğum araba, ev ya da başka insanlar değilim, bunlardan izole ve fiziksel olmayan bir ego, zihin, kendilik var” dedik. Fiziksel varoluşun ötesinde bir şey tanımladık. Bu görünmez varlıktan kurtulmalıyız ve yerine daha kolay bir alternatif sunmalıyız. Yani biz, aslında her gün karşılaştığımız şeyleriz. Yani sen, nasıl deneyim ürettiğini hâlâ açıklayamadığımız bir beyin değilsin. Materyal olmayan bir şey değilsin, sen objenin ta kendisisin. Bu gerçekten çok yalın, sadece bir paradigma değişimi.

Binyılların alışkanlığı düşünüldüğünde hiç de yalın görünmüyor. Peki, siyaseti, ahlakı hep bir “kendilik, ego” anlayışından itibaren kuran bir medeniyet için, yayılmış zihin yeni bir sorumluluk ve etiği de beraberinde getirir mi?

Bu tabii ki ahlakımızı da etkiliyor. Bu benim de beklemediğim bir şeydi, obje odaklı varoluş fikrini geliştirirken. Özellikle dinde St. Augustine “içsel dünya” kavramını icat etmişti. Bu icadın ahlaki ve politik birçok olumsuz sonucu oldu. Çünkü ne zaman değerlerimizi bir iç dünyaya atfetsek, gerçekliğe bencilce yaklaşmaya başlıyoruz.

Black Mirror’da karakterlerden ikisinin tamamen simülasyon olmaya karar verdiği bölümü düşün. Gerçek, fiziksel dünyadan çekildiğin anda yaşadığın deneyimler yalnızca sübjektif oluyor, “iyi duygular”dan ibaret oluyor. Ama yayılmış zihinde işler değişir. Artık zihnimizin Platonik mağarasının tutsakları olmayız. Artık gölgelerle ilgilenmeyiz ve dünyayla bir oluruz. Dünyayı, bizim de yapıtaşımızı oluşturan ve hepimizi oluşturan bu dünyayı önemseriz ki bu diğerkâmlığın tanımı. Zihni, iç dünyaya ait görünmez bir yapı olarak kurguladığımızda, dünyayı önemsemek için rasyonel bir argüman kalmıyor elimizde. Dünyanın kendisini değil, dünyanın zihnimizde uyandırdığı izlenimleri önemsemeye başlıyoruz. Bu, faydacılık ve hedonizm demek.

Makinelerin de bizler gibi bilinci, dünyası olabilir mi?

Geçmişte insan düşünsel failler olarak düşünüldü. Konuşabilen varlıklar oldukları için, geri planda bunu mümkün kılan düşünsel bir yapı olduğu varsayıldı. İnsan olmak ve düşünmek arasında bir korelasyon vardı. Bu şekilde kurgulamak, bence bazı kafa karışıklıkları yaratıyor.

Aynı hatayı bugün makineler için de sürdürüyoruz. Dili kullanmaya, enformasyon üretmeye başladıkları için onların bir düşünme süreci içinde olduklarını varsayıyoruz. Bugün bilgisayar yetkinliklerini, düşünmenin teknolojik versiyonu gibi algılayanlar var. Birçok insan, makineler konuşabildiği için, er ya da geç içsel bir düşünme pratiği de yaşayacaklarını düşünüyor. Bundan emin olamayız. Bence böyle bir yaklaşıma gerek yok. Asıl yapmamız gereken, bence hem insanlarda hem de makinelerde fiziksel dünyayla, yani elimizdeki gerçeklikle dolaşıklığın nasıl mümkün olduğunu anlamak, insanların ve makinelerin gerçekliği şekillendirmede büründükleri rolü analiz etmek.

Peki, metaverse ya da kreatif teknolojilerle kurulmuş diğer sanal gerçeklikleri nasıl konumlandırıyorsunuz?

Gerçek dünyanın bir türevi ya da kombinasyonu bunlar. Zeki teknolojiler tarafından duyularımıza uygun bir şekilde yaratılmış kontrollü halüsinasyonlar. Yepyeni, yabancı bir şey yaratmak mümkün değil buralarda. O yüzden sanal gerçeklik yerine minyatür gerçeklik denilmesi daha doğru olur.

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.