“85 milyonluk ülkeyi kahramanlar kurtaramaz”

Tabiatın doğal süreçleri insan yaşamı için nasıl ve ne zaman bir felaket olarak cereyan eder? Bu sorunun yanıtlarını geçmişte bulmuş olsak da Kahramanmaraş ve Hatay depremlerinin ardından yeniden arayışa geçtik. Bir araya geldiğimiz Prof. Dr. Selçuk Şirin’in yanıtları, sorunların oluşmasında da çözümünde de adalet terazisini işaret ediyor.

“85 milyonluk ülkeyi kahramanlar kurtaramaz”

“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin. Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.

Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya… Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam… Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yılı tükettiğim bu ülkede. Yeni bir ülke bulamazsın. Başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.”

Yunan Şair Konstantinos Kavafis bu dizeleri yazarken aklındaki tek şehir İstanbul’du. 100 yıl sonra biz İstanbulluların kentle kurduğu ilişkiyse -en azından 2023 yılının ilk çeyreğinde- yeni bir şiir estetiği üretebilecek duyarlılığın çok gerisinde. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en dipte, hayatta kalırsan şükret basamağındayız. Biz de başka şehirler aramıyor değiliz ama nafile… Başka yerde iş yok, sanat yok, spor yok, nitelikli eğitim yok. Şehirde kalmak da kolay lokma değil zira yoksulluğumuz artan ev fiyatlarının altında eziliyor. Lüks ev dayanıklı, ucuz ev çürük mü, emin olamıyoruz, kimse söylemiyor. Söyleyenler de dikkate alınmıyor. Cesaret edip büyük şehri terk etmek, Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de tarım yapmayı denemek mi? Bir tarlaya tohum ekersen kazanacağın 10 lira, bina dikersen cebine girecek 100 lira. Rant bedavayken, rant kolayken, neden emek veresin, ellerini kirletesin? Zaten arazinin hemen yanındaki fabrikanın atıkları da mahsulünü zehirleyecekti. Uzun vadeli kazanç peşine düşmeyeyim, müteahhit olayım dedin. Hazır denetim de yok, ucuza mal ettin, yüksek konutlar diktin; görünüşte cennetten bir köşe, içini açsan iskambil kâğıtlarından bir yapboz. Kaderin de o kâğıtlarda yazılıp çiziliyor sanki. Kulağa indirgenmiş ya da abartılı gelebilir ama ortalama bir birey için Türkiye’nin sunduğu somut seçenekler şimdilik bunlar.

Sonra bir deprem oluyor; hepsi yıkılıyor. Yalnızca evler değil, sistemin tüm halkaları, teker teker… Ekonomi, kent yaşamı, sağlık, barınma, haberleşme, çevre, gelecek ümidi.

Türkiye güçlü sistemler kurdu, yine kurabilir

Türkiye’nin tüm altyapısı, modern yaşamı oluşturan ekosisteminin her parçası, bir deprem karşısında topyekûn yıkımları kaçınılmaz kılmak şekilde tasarlanmış gibi görünüyor. Bunu 6 Şubat tarihli Kahramanmaraş depremleriyle büyük kayıplar yaşayarak bir kez daha gördük. Tabiatın doğal süreçleri istisnasız her defasında insan ve toplum yaşamı için bir felakete dönüşüyorsa; coğrafyayı ve kaderi suçlamaktan daha fazlasını yapmak ve dayanıklı sistemler inşa etmek zorundayız. Deprem sonrasında bir araya geldiğimiz Prof. Dr. Selçuk Şirin’in bu dayanıklı sistemlere verdiği bir isim var: Adalet.

Türkiye adaleti seçmezse, ülkeyi, hepimizi bekleyen diğer seçenek sefalet. Yine ve yeniden bir yol ayrımındayız ve yapılacaklar listesinin uzunluğu ürkütücü görünebilir. Ancak görünmemeli. Zira geçmişte yaptık, yine yapabiliriz.

Türkiye’nin depremlerle mücadelesindeki son performansını nasıl yorumluyorsunuz? İmeceyi icat etmiş bir toplumun dayanışması, koordinasyonu, iş paylaşımı nasıldı?

Türkiye benim doğup büyüdüğüm 120 hanelik köy olsaydı, toplumsal dayanışmaya 10 üzerinden 15 puan verirdim. Çünkü herkes varını yoğunu ortaya koydu, nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyorsa ilk günden itibaren sahaya çıktı. Parasıyla, gönüllü desteğiyle, uzmanlığıyla destek olmak istedi. Fakat Türkiye 85 milyonluk büyük bir ülke; depremin geçtiği yer 10 şehri, 13 milyon insanı barındırıyor. Dolayısıyla el yordamıyla, sabah erken kalkanın aklına gelecek fikirle çözülebilecek bir sorun değil bu. Yardım faaliyetindeki koordinasyonsuzluk aslında bizi depreme götüren sebeplerle aynı. Nedir bu sebepler? Kurum ve kuralların olmaması… Aslında bunun adı adalet.

Sahadaki problemler nelerdi ve nasıl yönetilmeliydi?

Herkes yardım ediyor ama koordinasyonsuzluk olunca bunun bir etkisi olmuyor. ABD’den bile çocuk bezi gönderildiğini gördüm. Çocuk mamaları toplanıyor ki sahada ihtiyaç var, bunda eleştirilecek bir taraf yok. Ama ne oluyor? İstanbul’dan bir grup bir araya geliyor, çocuk maması gönderiyor. Bunların sahaya vardığını varsayalım ki bu da büyük bir varsayım. Sahada bir bakıyorlar gönderilen mamalar 3-4 yaş için ama ihtiyaç 1-2 yaşındakiler için. İyi bir koordinasyon olmayınca, yardımlar yerine gitse bile aslında ihtiyacı görmüyor. Zaten değişik araştırmalar bu ayni yardımların ancak yüzde 10-20 oranında başarılı olduğunu gösteriyor.

Şimdi bu modern yaşamda; teknolojinin ve yapay zekânın bu kadar geliştiği bir ortamda biz çok rahat bir şekilde ihtiyaç sahipleriyle yardım edenleri bir platformda buluşturup tedarik zincirleri kurarak organize olabilirdik. Türkiye Cumhuriyeti organizasyon ve sistem kurma işini geçmişte yapabiliyor muydu? Evet. Geçmişte Kızılay’ın, Osmanlı’dan gelen yaklaşık 200 yıllık bir kurum olarak çok başarılı ve uzmanlığa dayalı bir örgütlenmesi, sağlam bir altyapısı ve kurumsal hafızası vardı. Buna ne olduğunu sorgulamalıyız. İki taraf da Kızılay’a gidiyordu; siz yardımlarınızı Kızılay’a yapıyordunuz, mağdurlar da yardımları Kızılay’dan alıyordu. Bunu ortadan kaldırırsanız Ahbap gibi inisiyatifler çıkıp bu boşluğu doldurmaya çalışır ve çok kısa zamanda hızlı bir örgütlenmeyle elinden gelenin en iyisini yapar. Bizler boşluğu doldurmak için canhıraş çalışanları suçlamak yerine kurumlara olan güveni artırmalıyız. Ne yazık ki, dünyada bu tarz büyük felaketlerin olduğu ülkelerde eğer demokrasi sağlam işlemiyorsa, bilgiye ulaşma ve ifade hürriyetleri uygulanmıyorsa sonuçlar da ağır oluyor.

Ya Adalet Ya Sefalet kitabınızda Türkiye’nin güncel yedi problemine (çevre, eğitim, barınma, istihdam, sağlık, mutluluk ve toplumsal güven) yönelik çözüm önerilerinizi sunuyorsunuz. Şaşırtıcı olansa, bu çözüm önerilerinin aslında geçmişte bu topraklarda geliştirilmiş ve uygulanmış olması…

Tekerleği her seferinde yeniden icat etmemize gerek yok. Bu hikâyelerin ve çözümlerin içimizde olduğunu gösterdiğiniz zaman insanların anlattığım reçetelere olan inancının da artacağını düşünüyorum. Bugün, yaşadığımız afette de belirleyici olan en büyük sorunlarımızdan biri nedir? Barınma. Göçmenler, üniversite öğrencileri, hızlı kentleşme, yükselen evlilik ve boşanma oranları yeni konut talebini artırıyor. Ancak Türkiye’deki konutların çok az bir kısmı dar gelirlilerin erişebileceği seviyede. Halbuki geçmişteki uygulamalar esas olarak bu dar gelirliyi hesaba kattı. Biz hep “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözünü duyarız. Bunu bir slogan sayarız ama değil; bu, Cumhuriyet’in kurucu iradesinin kurumsallaştırdığı bir kural.

Bugün, özel sektör işbirlikleriyle orta ve yüksek gelirliler için kâr marjı büyük lüks konutlar inşa eden Emlak Bankası, ilk olarak Emlak ve Eytam Bankası (eytam “kimsesiz” anlamına geliyor) adıyla yoksulların konut ihtiyacını finanse etmek için kurulmuştu. Türkiye’ye mübadeleyle Balkanlardan gelen yüzbinlerce insana devlet konut yapmıştı. Bu dönemlerdeki ülke GSYH’sine baktığınız zaman bugünküyle kıyaslanamayacak bir özveri gösterilmiş.

Ve konut sorunu bu dönemlerde münferit olarak değil; kentleşme, kültürel gelişim, eğitim ve istihdamla ilişkisi içinde ele alınmış anladığım kadarıyla?

Kurucu kadrolar sanayileşmeyi bütün Türkiye’ye yaymayı hedefledi. Amaç ne? İstihdamı dengeli bir şekilde dağıtarak bütün ulusu kalkındırmak. 1950’ye kadar sanayide çalışan insan sayısı üç katına çıkıyor, insanlar köylerden kentlere akın ediyor. Gecekondulaşma olacaksa, bu dönemde de olabilirdi ama olmadı. Neden? Çünkü sanayi tesislerini kurarken kampüs kuruyorlar her birinin içerisine. Orada çalışanların yaşayacağı ve farklı seviyelerde çalışanların aynı ortamı paylaşacağı yapılar bunlar. Mühendis de orada yaşıyor işçi de çaycı da… Hepsinin yararlandığı sosyal ve kültürel tesisler var bu kampüslerde. Çok az insan bilir, Türkiye’de sevdiğimiz anlı şanlı sporcular, sanatçılar bu sözünü ettiğim kampüslerden yetişmiştir. SEKA’nın İzmit kampüsü vardır mesela, çok ünlüdür. Tenis ilk kez orada oynandı Türkiye’de.

Sonra 1950-60 arasında biraz yalpalama oluyor. 1960’la birlikte Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasıyla yeniden planlı bir kalkınma dönemine giriliyor. Derken Süleyman Demirel’in ikinci ve üçüncü başbakanlık dönemlerinde sanayiciler onu ikna ediyor ve önce Kocaeli, sonra tüm Marmara sanayileşmeye açılıyor. Bu defa farklı olan, kurulan fabrikalarda kampüslerin olmaması. İnsanlar bölgeye çalışmaya gelecek, yaşayabilecekleri ev yok. Sosyal kültürel kimliklerini oluşturacak, yani köylüleri kentli yapacak altyapı yok. 1970’lerde tarım teşviklerinin azalmasıyla sanayi bölgelerine hızlı bir göç oluyor. Köylüler de dertlerini, bildikleri en iyi şekilde çözüyorlar. Başka çareleri yok, hayat boşluğu kaldırmıyor. İmece usulüyle gecekondu kuruyorlar. 1980 yılında ben Ankara Balgat’a geldim, bizim köyün yollarıyla aynıydı. Yani eski deyimle, keçi izi, patika gibi giderdi büyük şehir yolları.

Sonuç: mutsuzluk, yoksulluk, sağlıksız yaşam alanları ve çevre katliamları… Ve doğal afetler karşısında çaresizlik!

Biliyor musunuz, Türkiye’nin en az güneş alan Rize-Artvin hattına düşen yıllık ışınım miktarı bile Almanya’nın tüm coğrafyasındaki yıllık ışınım miktarından fazla. Coğrafya kaderse, bundan daha güzel bir kader olabilir mi? Ancak Güneş enerjisinde Avrupa lideri olan Almanya’nın yıllık Güneş enerjisi üretim miktarı bizimkinin 7-8 katı. Türkiye, güneye ve doğuya gittikçe daha çok güneş alan bir ülke. Biz yeşil dönüşümü ve istihdamı buralara kaydırırsak, hem katma değerli nitelikli bir çalışan sınıf yaratmış oluruz hem de büyük kentler üzerindeki baskıyı azaltırız. Barınma sorununu da bu doğrultuda çözmüş oluruz. Ama biz Merkez Bankası’nı bile İstanbul’a taşıyoruz. Uzaktan çalışmanın mümkün olduğu bir paradigmada Niğde’ye kursak ne olurdu?

Yani Türkiye önümüzdeki dönemde kişi başı gelirini 25 bin dolara çıkarabilir, ilk 12 ekonomi arasına girebilir, 85 milyon insanına gül gibi bir hayat kurabilir, huzur ve mutluluk içinde yaşayan insanların memleketi olabilir. Soru, bunu isteyip istemediğimiz…

Geçmişten ve içinde bulunduğumuz bu güncel sorundan çıkarmamız gereken ilk hayati ders nedir?

Sistemler kurabilmek ve problem çözme becerimizi geliştirmek. Türkiye’de bir sorunu çözerken başka bir sorun yaratmayan, bir mağduriyet giderirken başka mağduriyetler yaratmayan akıllı bir sisteme ihtiyacımız var. Çözüm çok basit: masaya herkesi davet etmek. Özgür tartışma ortamı, kuralları herkes için uygulayan adil kurumlar ve verilere bağlı kararlar.

Bunu kurmadığınız zaman ne oluyor biliyor musunuz? Kahramanlara muhtaç bir ülke oluyoruz. Bu kahramanları ortaya çıkaran boşluk bizim çözmemiz gereken sorun. 21’inci yüzyılda yaşıyoruz, 85 milyonluk ülkeyi kahramanlarla kurtaramazsınız. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey güvenilir kurum ve kurallar. Kurum olduğunda kahramanlar üzerindeki yük de azalmış olacak ki o zaman onlara da kahraman demeyeceğiz, görevini iyi yapan yurttaşlar diyeceğiz.

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.