Radikal bir iletişimci aslında Rachel Armstrong. Markalar ve tüketicileri arasında nasıl bir iletişim vuku buluyorsa; o da doğa ve kültür, biyoloji ve mimari gibi alanları birbiriyle diyaloğa sokuyor. Kendisini tanımlarken “Francis Bacon ne kadar çılgınsa ben de o kadar çılgınım” sözlerini kullanıyor NewCastle Üniversitesi profesörü ve TED konuşmacısı. Geçtiğimiz haftalarda İsviçreli tesisat markası GEBERIT sponsorluğunda ve Aristo İletişim katkılarıyla “Griyi Yeşille Buluşturmak: Ekolojik Çağda Mimarlık için Yeni Gelecekler” başlığıyla düzenlenen etkinlik vesilesiyle ilk kez Türkiye’ye gelmiş oldu Armstrong. İlham kaynağını “su”dan alan Geberit, çevre ve su kaynaklarının tükenmesine karşılık yenilikçi çözümleri mimarlık, kimya ve teknolojiyi buluşturan Armstrong’u ağırlarken, MediaCat de ünlü mimarla konuşma fırsatı yakalayabildi neyse ki…
Black Sky Thinking adını verdiğiniz bir platformunun kurucususunuz. Nedir bu?
Malum, üçüncü milenyumdayız ve benim aklımdaki soru şu: Üçüncü milenyumu anlamak için ortaya attığımız kavramsal harita doğru bir harita mı? 350 sene öncesinin bilim devrimini düşünün. O sıralar yapmaya çalıştığımız şey Orta Çağ’ın batıl inançlarını yıkmak ve evreni rasyonel bir çerçeve içerisinden yeniden kurmaktı. Bilimsel yöntem bu mevzularla başa çıkmak için iyi bir çözümdü. Üçüncü milenyuma geldikçe dünyayı, sürekli bir akış ve değişim içinde tanımlar olduk. Ortodoks yöntemlerin kavramlarıyla anlaşılamayacak kadar durağanlıktan uzak bir dünya bu. 1930’lardan itibaren ortaya çıkan tüm bilimler dünyayı basitleştirmeye ve indirgemeye çalışıyor. Hâlbuki biz artık yeni sentez ve olasılıklarla çoğaltmalıyız dünyamızı. Dünya nüfusu, toplumsal farklılıklar gibi bugüne özgü sorular farklı yaklaşımları hak ediyor. Artık bambaşka laboratuvarlara mı ihtiyacımız var? Yeni bir çağın yeni sorularıyla haşır haşır neşir olacağımız yeni bir deneysel yönteme mi ihtiyacımız var? Bu da Black Sky Thinking’in devreye girdiği yer.
Bu çağa özgü yeni sorular derken kastettiğiniz nedir?
Bu çağda da yaşamaya ve tüketmeye devam edeceğiz, etmeliyiz de. Ama bunları farklı şekillerde yapmamız gerekiyor artık. İnsan nüfusu aşırı derecede büyüyor. Beraber yaşamanın insani olanaklarını yaratmaktan farklılıklarımız arasındaki müzakereleri nasıl yapacağımıza kadar her soru alıştığımız çerçevelerin dışında ortaya konmalı. Aramızdaki barışın dilini nasıl inşa edeceğiz? Radikalleştirmelerin olmadığı, sürdürülebilir koşulları keşfetmekten bahsediyorum. Bu kolay olmayacak.
Çıktısı sürdürülebilirlik olmayan hiçbir düşünce yok artık.
Evet. Sürdürülebilirlik hem ekolojik bir kaygı hem de medeniyetimizin ve insan türünün geleceğine dair bir hassasiyet olarak çok önemli.
Sizin sürdürülebilirlik adına mücadelenizde “yaşayan teknolojiler” adını verdiğiniz yeni bir yaklaşım yoğun yer tutuyor. Biraz bahseder misiniz?
Son 30 yılın teknolojik gelişmelerinden sonra görüyoruz ki hayatın kendisi teknik kapasitelere sahip. Örneğin bitkiler besin sağlıyor. Bunu yeni keşfetmedik ama bunun bize sunacağı imkânlara yeni yeni yer açıyoruz. Bu bize üretim yaptığımız endüstriyel sistemler dışında bir alternatif sunuyor. Bu sayede üretim yaptığımız hammaddeleri, teknolojileri ve yöntemleri değiştirebiliriz. Doğanın bize sunduğu portföyle nasıl bir diyaloğa girelim ki ne sonuç ne de süreç endüstriyel olsun? Mücadelemiz burada başlıyor. Kökenini ekosistemden alan bir üretimin hayata geçireceği tasarımları ve mühendisliği hayal edebiliyor musunuz? Her tarafımızı kaplayan makinelerden farklı olarak, yaşayan teknolojiler bize doğanın yaptıklarına benzer şeyler sunabilir. Mesela bizi şaşırtabilir; direnç ve esneklik gösterebilir ve üretildiği kaynağa geri dönüşümü mümkün olan bir tüketim tarzını beraberinde getirebilir.
Bu teknolojinin ürünleri ne zaman ortaya çıkar dersiniz?
Bence şimdilerde olmaya başladı bile. Mesela Arup’un akıllı binaları BIQ House’ı, dış cephesinde panellere sahip, modern bir apartman kompleksi. Bu tarz yapıların son kullanıcı için inşa edilebileceğini ve IKEA versiyonlarının çıkacağını da göreceğiz. İşin bu kısmı zor değil, sorun altyapısını kurmakta. Modern binalar aslında makine gibi davranıyor ama yaşayan teknolojilerle entegre olunca mekanlarımız bambaşka şekillerde örgütlenebilir. Örneğin, şehirlerimizin su sistemleri. Kullanılmış suları sisteme yeniden dahil eden, merkezi su otoritelerine ihtiyaç duymayan yerelleştirilmiş teknolojiler üretebiliriz. Ya da suyu temizleyen bakteriler ya da yemeklerimizin bozulmasını önleyen mikroorganizmalar yaratabiliriz. Böylelikle bizim de parçası olduğumuz biyolojik ortamı tamamen dönüştürebiliriz. Black Sky Thinking bir platform, burada ortaya çıkan düşünceler henüz bir ürün doğuracak durumda değil. Çünkü ticari beklentileri karşılayabilecek kadar evrilmesi için zamana ihtiyacımız var.
Bu avangard fikirlerden yararlanan öngörülü markalar var mı?
Unilever ve the Living Kitchen’la çalışıyorum. Yemek pişirirken fosil yakıtlar kullanmayacağımız teknolojileri geliştirmek mümkün mü ya da yapılırken ısı gerektirmeyen formlarda cuisine üretebilir miyiz, bunları araştırıyoruz. Ateş, insan hayatında değerli bir teknoloji ama mutfakla ilgili başka alternatiflerimiz olabilmeli. Unilever’in ürün portföyünü ve neler yaptığını düşünün. Deterjanların suyu nasıl geri dönüştürmek ya da sentetik biyoloji kullanarak sudan fosfat ayıklamak, temizlenmesi güç olan şeyleri doğaya karıştırmadan temizleyebilmek… Unilever bu alanlarda çok inovasyon yapıyor. Autodesk de birlikte çalıştığım bir değer marka. Bir de Arup’la çalışmak istiyoruz. Umarım bu fırsatı yakalayabiliriz.
Doğu’da da Batı’da da projeler gerçekleştirdiniz. Sürdürülebilirlik gelişmiş dünyanın bir hassasiyeti mi sizce? Batılı tüketiciler buna daha açık diyebilir miyiz?
MIT’de harika bir ürün geliştirdiler. Eski plastik şişeleri aldılar, üçte birini suyla doldurdular ve bunları az gelişmiş bazı bölgelerdeki çatılara koydular ve bu evlerde yaşayanlar hayatlarında evlerinde ilk kez aydınlatmayla tanıştılar. Ya da, TED konuşmacılarından William Kamkwamba eski bisiklet parçalarını kullanarak, rüzgarla çalışan ve elektrik üreten bir sistem yaratmıştı Afrika’daki köyü için ve halkının hayatında gerçekten büyük bir fark yaratmıştı. Evet, reddedemem. İşin bir tarafında piyasa var, iş dünyası var, bir şeyi sadece Google’da görüp, “Vay, ne müthiş icatmış” demek var. Ama bir tarafta da teknolojik engagementların daha fazla insanla buluşabileceği bir başka katman var. Çevre ya da insanlığa dair sahip olduğumuz bazı argümanlar artık geride kalmalı. Bu sorunları ele alma biçimimizi değiştirmeliyiz. Yani, çözüm sanki endüstriyel kalkınmada gibi davranılıyor, ta ki böyle bir kalkınma yoksulluk sınırı altında yaşayan bir halk yaratana dek. Bu da sonunda alternatif yolları denemeyi bir lüks olarak görüyor. Bilgilerimizi aktarma ve yayma sistemimizi değiştirdiğiniz zaman, doğanın teknik kapasitelerinden yararlanmanız mümkün olabilir. Yani olay sadece yüksek teknolojilerde yatmıyor, düşük teknolojilerde de müthiş fırsatlar yatıyor. Bu şekilde belki daha da fazla sayıda insanın hayatı değişecek.
Sizin yaşayan teknoloji projelerinizden biri de Persephone. Bu projeyi Kapadokya’dan ilham alarak ürettiğiniz doğru mu?
Küçüklüğümden beri toprak hep ilham verdi bana. Eskiden evin arka bahçesinde oturur ve binalar inşa etmeye çalışırdım topraktan. Annem giysilerimi yıkamaktan usanmıştı. Tasarımlarımı bugün de hep doğal malzemelerle yapmak istiyorum, özellikle de toprakla. Üniversite öğrencisiyken bir grup arkadaşımla Türkiye’ye gelmiştik ve Kapadokya’daki mağaralardan ve Pamukkale’deki su sistemlerinden çok etkilenmiştik. Kapadokya benim için topraktan yapılmış rüya şehri gibi. Yaşayan, canlı olan bir şehir, en azından kapalı bir tuğla yığını değil. Tabii ki tam anlamıyla doğal da değil. İnsanlar yaşadı buralarda, bu yapılar mimari müdahalelere maruz kaldı. Ama doğayla aşırı bütünleşik müdahalelerdi bunlar. Bu tarz şeyler deneyebiliriz. Bunlar radikal ve garip şeyler değil ki. Bu tarz sistemler hala içimizde bir yerlerde. Kültürel olarak beklentilerimizde ve değerlerimiz konusunda şartlandığımız için bu tarz ideal durumlar düşünme ya da yaratma yetimizi kısıtlıyoruz. Beni bıraksanız, seve seve Kapadokya’da alırdım soluğu.
Felsefe, iletişim, kimya, tasarım, biyoloji… O kadar çok disiplin yankılanıyor ki sözlerinizde. Yaptığınız işe ne ad vermeliyim, çünkü mevcut dilde sanırım bir karşılığı yok.
Deneysel mimari. Aslında haklısın. Biraz da internetin hızlandırdığı öyle bir devreye geldik ki kavramların tek bir disiplin içinde mutlu mesut yaşadıkları dönemler geride kaldı. Bunların hepsi birbirinin içine giriyor. Dilbilimsel bir soru soruyorsun ve bunu çok anlamlı buluyorum. Biz sadece teknolojik alandaki inovasyonlardan bahsediyoruz ama dil de inovasyonun yaşandığı bir alan. Buna çok ihtiyacımız var.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.