Yaratıcılık sözkonusu olduğunda dünyadaki en eski klişelerden biridir, deha ile delilik arasındaki ince sınırlar… Ancak LePub CIO’su ve Küresel ECD’si Andrey Tyukavkin ile bir araya geldiğimizde gördük ki bu klişenin ardında, çok daha gerçek ve insani bir şeyler var.
Andrey Tyukavkin ile birlikte dahilik ve delilik arasındaki ince çizgilerde geziniyoruz. Çocuklukta masum görülen hayal gücü yetişkinlikte neden tehditkâr algılanır, toplum olarak ‘normal’ kalıplara uymayan yetişkin yaratıcılığını dışlamaya neden meylederiz, yapay zekâ çağında bile insan zihninin kırıklıkları nerelerde fark yaratır gibi delice sorular var kafamızda.
Tyukavkin’in sunduğu perspektifler yaratıcılık, normallik ve nöroçeşitlilik üzerine daha geniş bir düşünme alanı açıyor. “Mesela birisi daha titiz olur, bizim epileptoid dediğimiz, yani küçük detaylarda takıntılı olan OKB kişisi gibi… Sonra da gökyüzünde uçan birine ihtiyaç duyarsın, daha çok hayal gücü olan, ki yine bizim neredeyse gündüz düşü, halüsinasyon gibi dediğimiz seviyelerde…” diyor Tyukavkin ve şöyle devam ediyor: “Aslında birlikte yaratıcılık anlamında çok daha iyi bir ürün ortaya koyarlar. Bu toplumla, bizimle ilgili bir şey. Bence herkesin görevi bunu kabul etmek.”
Hakaret olarak kullandığımız “psikopat”, “hasta”, “çılgın” gibi kelimeleri bazen iyi fikirlerle de ilişkilendirebiliyoruz. Merak ediyorum, bir fikri dâhice yapan şeyle bir kişiyi “deli” yapan şey arasındaki çizgi tam olarak nerede başlayıp bitiyor?
Asıl soru bu! Açıkçası benim de kesin bir cevabım yok…
Bu konuyu araştırmaya başladım. Bu süreçte LinkedIn’de kendi deneyimleri hakkında bana yazan birçok insan oldu. Şöyle diyorlar; “Evet, psikoloji okudum. Temporal lobun inhibisyondan sorumlu olduğunu biliyorum, bu yüzden en iyi fikirlerim neredeyse uykuya dalmak üzereyken, temporal lob kapanınca ve artık kısıtlanmadığım zaman geliyor.” Bu durum biraz da gündüz düşü görmeye benziyor ve pek çok yaratıcı insan da bu sınırda çalışıyor.
Meslektaşlarımdan biri bana hep şöyle der; “Sen Oburiks gibisin. Suyu içmek yerine kuyuya düştün.” Bazı eksikliklerim vardı. Panik ataklarım, anksiyete sendromum vs. Bunlar bana gündüz vakti fikir üretmemde yardımcı oluyor çünkü beyin farklı yönlere doğru ateş ediyor.
Bu yüzden bence soruna cevap olacak kesin bir çizgi yok. Anlamamız gereken şey, sürecin kendisi. Özellikle yapay zekâ çağında… Yapay zekâ son derece mantıklı ve sağduyulu. Sana ortalama en iyi sonucu veriyor. Bizim avantajımız ise bu sınırlarla oynayabilmek. AI’ın çılgınca olduğu için vermeyeceği şeylerin peşinden gidebilmek… ChatGPT’ye çok uç bir şey sorsan, seni hemen ortalama yola geri getirmeye çalışır ama bir insan oraya gidip, “Evet, bundan bir fikir çıkabilir” diyebilir.
Bir terapistim var, ona çizginin nerede olduğunu sormuştum. Bana sunduğu tek sınır bundan acı çekip çekmediğim olmuştu. Aynı durum birini mutsuz edebilirken birini mutlu edebilir. Birisi “Aklıma durmadan rastgele fikirler geliyor, bundan hoşlanmıyorum” diyebilir. Bir başkası ise “Ben mimarım, reklamcıyım ya da yazarım, bu fikirler işime yarıyor” diyebilir. Ama bu fikir bolluğuna sahip bir yazarın gidip bir bankada çalıştığını düşün. Muhtemelen dikkati dağılan, işinde zorlanan biri olur ve bundan dolayı acı çeker.
Dolayısıyla iki yaklaşım var: Ya bu acıyı azaltırsın -meditasyonla veya terapiyle- ya da kişiyi bu özelliğinin işe yaradığı bir yere yerleştirirsin. Benim bir terapistim olmasının nedeni de bu: Hâlâ “tamam” seviyesinde miyim, yoksa artık biraz fazla mı uçuyorum, bunu kontrol edebilmek için…
Dört yaşındaki kızınızın, arabaları taşımak için pençeli bir uçak fikri bulduğundan bahsettiğiniz bir konuşmanız vardı. Bu fikrin bir çocukta “sevimli”, bir yetişkinde ise “hastalık belirtisi” olarak görülmesindeki çifte standardı aşmamız gerektiğini söylediniz. Bu, bende “Toplum olarak ‘normal’ kalıplara uymayan yetişkin yaratıcılığını bir tehdit olarak mı algılıyoruz?’ sorusunu uyandırdı. Bu çifte standardı nasıl aşarız?
Bence tam da bu yüzden nöroçeşitlilik, hakkında daha fazla konuşmamız gereken bir şey. Çünkü tıbbi tarafta, bozukluğun dissosiyatif olup olmadığı genellikle sorgulanan bir kriterdir. Mesele, ayrışmanın seninle kendin arasında mı gerçekleştiği, yani kendi kişiliğinden bir şekilde koptuğun mu, yoksa daha büyük olasılıkla çevrendeki insanlardan mı koptuğundur, değil mi? Bu genellikle kişinin toplumda kendine yer edinme problemidir. Bence toplumdaki algıyı değiştirmeliyiz ki bu tür bozukluklardan bazıları dissosiyatif olmaktan çıksın. Fiziksel engelli insanları düşünelim. 100 yıl önce “ah sakat insanlar”, “tuhaf tipler”, “evsizler”, “bir yerlerde dilenenler” gibi görülürlerdi. Bugün ise gelişmiş ülkelerin çoğunda işgücünün eşit bir parçası oldular.

Nöroçeşitlilikte de aynı şey geçerli. Mesela biri biraz fazla hayal gücüne sahipse ya da bu tür uç koşullardan herhangi biri geçerliyse… Büyük paranoid epizotlardan bahsetmiyorum. Biraz tuhaf olan bir kişiden bahsediyorum. Bence toplum onları daha iyi entegre etmeye başlamalı ki bu bozukluk dissosiyatif olmaktan çıksın. Aslında bir bozukluk olmaktan da çıksın. Sadece yanındaki birinden farklı bir tür zihinsel organizasyon olsun. Ve şu anda bu büyük bir tabu. Hatta tabu bile değil, bence insanlar bunu hiç düşünmüyor bile. Umursamıyorlar çünkü yine, şu anda odağımız farklı alanlardaki çeşitlilik; bahsedildiği gibi cinsiyet, ten rengi, ırk, cinsel tercihler, her neyse…
Bizim büyük bir parçamız da beyin. Yani biz etkileşim kurarken aslında en çok beyinlerimiz etkileşiyor. Birini işe alırken ten rengine bakıp bakmaman o kadar önemli değil. Bence daha önemli olan, ekipteki insanların birbirinden farklı düşünüp düşünmediğini görmek. Çünkü o zaman güzel bir örtüşme olur. Örneğin, birisi daha titizdir -bizim epileptoid dediğimiz, yani küçük detaylara takıntılı OKB-; sonra gökyüzünde uçan birine ihtiyaç duyarsın -hayal gücü güçlü olan, neredeyse “gündüz düşü”, “halüsinasyon” dediğimiz seviyelerde birine… İkisi birlikte yaratıcılık anlamında çok iyi bir ürün ortaya koyabilirler. Bu toplumla ilgili bir durumdur. Ve bence herkesin görevi bunu kabul etmektir.
Kendi hayatınızda, kariyerinizde, kusur gibi görünen ama aslında yaratıcılığınızı besleyen taraflar var mı? ‘Kırık’ yanlarınız, yaratıcı yolculuğunuzda size neler öğretti?
12-14 yaşlarıma kadar bana baktığında “biraz geri zekâlı gibi” ya da “bir yerlerde uçuyor gibi” diyebilirdiniz. Bir noktaya bakar, öylece düşünür, etrafımda bir şeyler olurken bir tür dalgınlık halinde kalırdım. Annem bunun sağlıksız olduğunu düşünürdü ve hep, “Hayır, hayır, dur, bunu yapmayı bırak. Hayal kurmayı bırak” telkinlerinde bulunurdu. Sonra arkadaşlarımdan birinin annesi, -ki o da annemin arkadaşıydı- çok güzel bir şey söyledi: “Natasha, o hayal kurmuyor; o düşünüyor.” Yani benim bir süreçte olduğumu, düşünme modunda olduğumu, bu yüzden dışarıyla etkileşime girmediğimi ve anlamsızca bir yere bakmadığımı fark etmişti. Ve sanırım o cümleyi hatırlamak, durumumu işe yarar hale getirmemi sağladı.
Daha çok arkadaş edinmeye başladım. Çünkü “biraz kırık ama o kadar da değil” olduğumu fark ettim. 10 yaşıma kadar çok arkadaşım yoktu, çünkü çok tuhaftım. Arkadaşlarımın beni kabul ettiğini görmek de çok yardımcı oldu. Bazen beni savunuyorlardı bile…
Bir keresinde yine böyle dalmış, düşünürken kaldığımı hatırlıyorum. Ve okuldan bir çocuk, sonradan fark ettim ki, arkadan gelip bana vurmayı planlıyormuş. Sonra arkadaşlarımdan biri gelip ona vurdu. “Dokunma ona, düşünüyor” dedi. Yani arkadaşlarım bu tuhaflığı olduğu gibi kabul ediyordu ve “Bırak düşünsün. Bir dakika sonra yine bizimle olur” diyorlardı.
Sanırım her şey toplumla ilgili. Arkadaşlarının, akrabalarla ilişkilerinin olması, bir ailen olması, çocuklarının olması… O zaman hayatın tamam olduğunu fark ediyorsun. Hayat normal. Ben Sovyet sonrası Rusya’da büyüdüm ve orası çok sert bir yerdi. Bu yüzden hayatımın sonuna kadar çok içine kapanık biri olma ihtimalim yüksekti. Ama doğru insanlarla bu olmadı. Ve şimdi de bu yüzden, Brand Week’te, Cannes’da, her yerde daha çok konuşuyorum.