Sektörün en centilmen insanı, efsane tasarımcı Hakkı Mısırlıoğlu ile gençleri, işinin yıllar içinde teknolojiyle nasıl değiştiğini ve tasarımdaki değişmez değerleri konuştuk.
25 Yıl 25 Dakika serimizin bu ayki konuğu, kendisi bu payeyi kabul etmek istemese de bir tasarım efsanesi olan Hakkı Mısırlıoğlu. Sektörün en saygın yaratıcılarından biri olan Ajans Ultra Eşbaşkanı Hakkı Bey’le olan sohbetimiz, kendisinin bugüne ve geleceğe olan bağlılığıyla nostaljik olmaktan bir hayli uzaktı.
Teşekkür ederim. Efsane, kabul edebileceğim bir şey değil. Onu sadece bir hoşluk olarak alıyorum. Başlamadan önce 25 yılınızı gerçekten kutlamak isterim.
İnsan ömrüyle kıyaslayınca 25 yıl ciddi bir süre. Dergi ömürleriyle kıyaslayınca ise inanılmaz bir durum. 25 yılda sürekli takip ettiğim için söyleyebilirim, bu süre boyunca kalite ve yayın anlayışından ödün vermeden bunu sürdürmek cidden kayda değer. Tebrik ederim. Nice 25 yıllara.
Bu tür dergilerde tasarımın öne çıkmasını çok doğru bulmuyorum. Bence mümkün olduğu kadar sade ve işlevsel olmaları daha doğru. Ama bir dergiyi güzel ya da kötü yapan içindeki reklamlardır. Reklam layout’ları kötü olduğu zaman dergi kötü olur. Dolayısıyla içindeki bazı reklam gibi olmayan, broşür gibi olan ilanlar derginin tadını bozuyor olabilir. Bu da sizin dışınızda olan bir şey.
Çok iddialı laf etmişim. Benim akademi grafik bölümünden mezuniyet projemin bir parçası. Bertolt Brecht’ti konum, ben seçmiştim.
Açıkçası akademide çok derse giren bir adam değildim. Beş yıllık akademiyi yedi yılda bitirdim zaten. Daha çok sosyal faaliyetler, sinema ve tiyatro kulübü gibi kurumlarla uğraşıyordum. Pek derse girdiğim yoktu. En sevdiğim ders eskiz sınavıydı. Haftada bir mi 15 günde bir mi olurdu hatırlamıyorum ama kısıtlı sürede bir fikir bulmamız ve bunun taslağını yapmamız istenirdi. Bu kısıtlı süre meselesi bende minimuma indirme gibi bir refleks geliştirdi. Bunun aynı zamanda grafik tasarımın çok önemli bir unsuru olduğunu da keşfettim. Hatta Saint-Exupery’nin bir lafı var: “Mükemmelliğe, ekleyecek bir şey kalmadığında değil çıkaracak bir şey kalmadığında ulaşılır.”
Dolayısıyla yalınlık benim için iki açıdan önemli oldu. Bir tembelliğimden, yani bu işi çok pratik çözme meselesi. İkincisi de bakanda yaratacağı “stopper” etkinin daha yüksek olması. Diğer işlerden daha çabuk sıyrılabilmesi / ayrılabilmesi kitap kapağında önem verdiğim bir şeydir. Rafta kendini hemen belli etmesi meselesi.
Bu iş Milliyet gazetesinin Abdi İpekçi’nin ölümünden sonra vermeye başladığı Abdi İpekçi Ödülleri’nden ödül almıştı. 83 yılındaki konu Yayınlanmamış Kitap Kapağı’ydı. Arturo Ui de yayınlanmamış bir kitaptı. Ben bununla katıldım. Ve Mengü Ertel’in de içinde bulunduğu -Mehmet Ali Birand ve Zeynep Oral da vardı jüride yanlış hatırlamıyorsam- jüri bu kapağı birinci seçti ve grafik tasarımda aldığım ilk ödül oldu bu. Dolayısıyla bendeki yeri her açıdan farklı.
Eskiden söz etmeyi çok seven bir adam değilim çünkü “bizim zamanımızda” diye başlayan laflar hep yaşlılık belirtisidir.
Eskinin bu anlamda yüceltilmesini doğru bulmuyorum. “Biz neler çektik…” Bu eski popçularda vardı. Pop Türkiye’de ilk ortaya çıktığında herkes Tarkan karşıtı oldu. Futbolcular çok para kazanmaya başladıklarında eski futbolcular “Biz toprak sahada oynardık, bu kadar para da almazdık” gibi laflar etmeye başladılar. Her durumu kendi gerçekliği içinde değerlendirmeli diye düşünüyorum. Onun için eski güzellemesi yapmamak gerekiyor.
Bizim geçtiğimiz süreçler işlerin zamanlamasını çok uzatırdı. Dizgiye metin gönderirdik dizgiden üç gün sonra gelirdi. Zaten tek tük yerlerde vardı falan. Peki çileli mi? Değil. Çünkü işin kendisi buydu o zamanlar. Böyle bir süreçte iş yapardık.
Daha kolay, daha hızlı ve daha kaliteli. Burada problem yaşamıyor muyum, evet yaşıyorum. O da şu: İki türlü tasarımcı geliyor mezun olup. Biri bilgisayarla, bilgisayar başında ve bilgisayarın olanakları kadar düşünen tasarımcı. Dolayısıyla başkalarıyla çok benzer işler yapma riskine/şanssızlığına sahip tasarımcılar. Bir de eski usul diyebileceğim -doğrusu olduğunu düşündüğüm- tipte düşünen hatta kağıt kalemle onu taslak haline getiren sonra kendi hayal gücü doğrultusunda bilgisayarın olanaklarını kullanan tasarımcı.
İlki gerçekten çok kısıtlayıcı ve ufku bilgisayar kadar olan bir tasarımcı. Bilgisayar, siz fikri bulduktan sonra ancak aracı olabilir. Ama fikri bilgisayarda aramaya başlayınca o zaman kötü işler çıkar.
Sığ denizler hep vardı… 2000’lerde Türkiye’de yeni bir özgürlük dalgasına girdik. Dinci bir parti insan hakları, hukukun üstünlüğü, AB ve bir sürü sosyal demokrat söylemi kullanarak iktidara geldi. Bu -90’ların hemen başında yaşadığımız altın çağdan sonra- ikinci bir özgürlük dalgası yarattı ama bu defa topluma yayılan bir şeydi bu. Bütün toplumda bir özgürlük hissi hasıl oldu. Bu iş de o döneme denk gelen bir zamanda çıktı.
Bu, herkesin birbirine daha hoşgörülü davranmaya çalıştığı, davranmak niyetinde olduğunu söylediği döneme denk gelir. Bahsettiğim dönemde Abdurrahman Dilipak televizyonda sabaha kadar süren programlardan birinde şöyle bir şey söyledi: “Biz bu şehirdeki Ermenileri, Rumları nasıl kaybettik? Bu insanlar buranın değeriydi…””Anlatabiliyor muyum? Bu, bende bir heyecan yaratmıştı, “Bu toplum güzele doğru değişiyor” dedirtmişti. Şu anda durum böyle değil.
Söylemek istediğim şey şu; demokrasinin ucu gözüktüğü zaman bütün insanlar ve sektörler canlanıyor. Her şey çok daha iyi oluyor, azaldığı zaman da tersi oluyor. Şu anda bunun tersini yaşıyoruz ülkede. O yüzden bizim sektör de bundan nasibini alıyor. Günü kurtaran iş yapmak her zaman vardı… Ama iyi reklam filmi ben göremiyorum artık TV’de -hâlâ var tabii ki ama- daha kapalı alanlarda dijitalde vs. biraz daha özgür işler yapılabiliyor. Kitlesel işlerde ise muazzam bir otosansür var. Sansürün ve baskının bazı sanat dallarında yaratıcılığı teşvik ettiği söylenir, bu belli bir yere kadar da doğrudur. Ama kitlesel iletişim söz konusu olduğu zaman o kadar teşvik edici olmuyor maalesef.
95 yılı iyimserliği… O yılların görece özgürlükçü ortamında ortaya çıkmış bir dergi Fol. Bir tür iş ilişkisi olarak başlayıp sonra dostluğa dönüşen bir ilişkinin meyvesi aslında. Gön Deri vardı hatta ben onun reklam layout’larıyla yurtdışı ve yurtiçinde epey bir ödül – shortlist aldım. Engin Altaş’la baya bir ahbap olduk. O bir iş adamı olmanın ötesinde kültür sanata gerçek anlamda meraklı biriydi. Aslında hayatın her alanına meraklı bir adamdır. Böyle bir dergi çıkarma fikrinden söz etti.
Enis Batur ortak arkadaşımızdı, Mehmet Ulusel, Nevzat Sayın, Samih Rifat daha sonra Serhan Ada katıldı. Böyle oturduk bir yemek yedik ve böyle bir dergi çıkarmaya karar verdik. İsim babası Enis Batur’dur. İsmi yumurtanın durduğu folluktan ve Fransızcadaki deli kelimesinin karşılığı olan Folle’dan esinle konulmuştu. İsmi duyar duymaz logosu canlanmıştı gözümde. Haydi dediler yapalım, içerik konuştuk. Sen taslak yaparsın artık dediler bana. Ben de bir taslak götürdüm bir dahaki yemeğe. Herkes bir şaşırdı.
95 yılında yayın hayatına başladı. Sonradan her sayıda ayrı bir editör olması gibi bir durum ekledik. O zaman çok eleştiren de oldu “Ya bunu nasıl taşıyacağız, eve nasıl götüreceğiz” gibi. Ama bu adı üstünde merak dergisiydi ve hem okumak hem bakmak için iddiasıyla çıktı. Dokuz sayı çıkabildi. Dokuzuncu ve sonuncu sayının editörlüğünü Ettore Sottsass yapmıştı hatta. O sayıdan sonra veda ettik.
Reklam almakta zorlanıyorduk. Gerçi bir ara Fol’da yayınlanan reklamlar Kristal Elma’da ödüller almaya başladı çünkü buna özel yayınlanıyordu. O zamanlar da orada işler gerçek boyutlarında sergileniyordu. Böyle kocaman oldukları için daha da etkili oluyordu. Bir jüride “ya bu Fol’da yayınlanan işlere yasak koysak yarışmaya girmese” diye konuşulmuştu hatta.
Evet, bir dönem böyleydi. Artık yayınevi değişti. Orhan da değişti biraz bu konuda. 98 yılında Orhan Pamuk ajansa geldi, “Benim Adım Kırmızı kapağını yapar mısın” diye. Seve seve kabul ettim. Birkaç taslak yaptım. Birini çok sevdi. Ayrıca da “bunu tanıtmak için ne yapalım” diye sordu. Ben de billboard önerdim. Çok başka bir şey önermiştim, söylememde sakınca yok. Osmanlıca, eski alfabeyle yazılmış giantboard’lar… O sıra 28 Şubat dönemi falandı, sert geldi biraz kendisine. Dolayısıyla bu kitap kapağını açıkhavaya taşıdık.
Buradaki mesele kitabın reklamı değil Orhan Pamuk’un kendisiydi. İki tür tepki vardı. İkisinin de kıskançlıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Biri pozitif kıskançlık. O da okurun kıskançlığıydı. Okur eğer bir edebiyatçıyı sevmiş, keşfetmiş ve onun artık takipçisi olmuşsa onun kitleselleşmesini istemez. Onun popüler olması, değerini hafif de olsa düşürür. Orhan Pamuk’un bu kadar popülerleşmesi ve bu kadar çok satması onun gerçek okuru üzerinde bir kıskançlığa sebep oldu. Buna pozitif olarak bakıyorum ve doğal buluyorum.
İkinci kıskançlık da edebiyat çevrelerinden gelendi. Türkiye’de edebiyat köy – kırsal kökenlidir. Biraz da politik olarak oradan beslenmiştir. Küçümsemek için söylemiyorum çok severim. Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tarih vesaire. Daha bir Anadoluludur. Ve bu bir tekel yaratmıştır edebiyat dünyasında.
Şehirli olanlar yok muydu, vardı. Ama onlar bu kadar ön planda değil, kenardaydı. Bir apartman çocuğu çıktı -hem de Nişantaşı’ndan- bütün bunlardan daha fazla konuşulur olmaya, okunur olmaya, muazzam tirajlar almaya başladı. Burada aslında Anadolulu olanla şehirli olan arasındaki çekişmenin günah keçisi Orhan Pamuk oldu. Benim gözlemim bu. Orhan Pamuk o anlamda sevilmedi, zengin çocuğu, burjuva… Satış rakamlarının palavra olduğunu falan yazıyordu millet. Sonra bu duruma alışıldı üstelik başka şehirli yazarların da tekrar kadrinin bilinmesine yol açtı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay gibi…
Nobel’den sonra haklı olarak tasarımı öne çıkarmama gibi bir tutum geliştirdi. Tam tersi, anti-tasarım olsun istedi. Masumiyet Müzesi’nde olduğu gibi. Onun kapak tasarımında benim adım yazar ama neredeyse Orhan Pamuk’un kapağıdır çünkü o fotoğrafı o buldu, yönlendirdi beni, kötü bir yazı karakteri olsun dedi. Özensiz, böyle biraz ucuz roman gibi olsun istedi… Ondan sonra da Türkiye’de yayınlanan kitaplarında daha sıradan kapaklar görmeye başladık. Kitaba nesne olarak da değer verme meselesi Orhan Pamuk’ta azaldı.
Grafik tasarım anlamında kitleselleşen tek işim diyebilirim açıkçası. 2005 yılında Koç Holding’le kurumsal iletişim için çalışmaya başladık ve onlar bir yıl önce başlattıkları 10 Kasım ilanı çalışmasını bizden de istediler. Hem bir ilan hem de bir film çalışması yaptık. 1938’in 8’ini yan koyduk, sonsuz çağrışımı yapsın diye. Bu Koç Holding’de tereddüt yarattı. Anlaşılır mı acaba diyerek. Fakat Ali Koç çok cesur davrandı. “Anlaşılmazsa da zamanla anlaşılır olur” dedi.
Bu simge tuhaf bir biçimde anonimleşti. Herkes 10 Kasım anmalarında 8’i sonsuz olarak koymaya başladı. Milton Glaser’in I <3 New York'u gibi. Hoşuma giden bir şey bu. Hâlâ daha devam ediliyor bu kullanıma. Taklitleri bile çıktı. Geçen sene gördüm, birisi ölmüş 2016'nın 6'sını yan çevirmişler.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.