“Yeni-milenyum”un en karakteristik yanlarından biri, insanlığın ütopyalarının yerini “distopya”lara bırakmış olması. Ütopyaların revaç bulduğu dünya, gelecekten umutlu, herkesin daha iyi ve mutlu olabileceği bir hayat hayalinin varlığını sürdürdüğü insanlık haliyle muteberdi.
Hatırlayabildiğim kadarıyla “Kıyamet”le yolumun ilk kesişmesi beyazperde aracılığıyla oldu. Francis Ford Coppola’nın 1979 yapımı abidevi filmi Apocalypse Now, Türkiye’de Kıyamet adı altında gösterime girene dek hayal evrenimizin bugünkü ölçüde hayatın sonuna, geleceğin karanlığına, insanlığın yok olma tehlikesine yönelik çağrışımlara açık olduğunu hatırlamıyorum. Aslında Coppola’nın filmi bile adı dışında böylesi bir çağrışım üretecek içerikle karşımızda değildi.
Korkunç bir gerçekliğin, gayet somut bir yıkımın, Amerika’nın yarattığı Vietnam cehenneminin keskin bir eleştirisi temelinde savaşın kıyametinden dem vursa da ne dünyadan ne insandan ne de gelecekten umut kesmiş bir itkiyle ortaya çıkmaktaydı.
Hem filmin gösterildiği hem de onun öncesi ve sonrasındaki onyıllar, 1960’lar, 70’ler ve 80’ler, süper güçlerin nüfuz mücadelesinde bir “soğuk savaş” sürerken dünyanın bol miktarda sıcak ve kanlı çatışmaya sahne olduğu ama yine de “ütopya”ların korunduğu, geleceğe hiç kıyamet beklentisiyle bakılmadığı zamanlardı.
Evet, en son umut ölürdü ve umut henüz ölmemişti.
Artık ütopyalar revaçta
O yüzden kıyamet anlatıları romanlarda, filmlerde, dizilerde hiç yok değilse de ender ve marjinaldi. Çok fazla alıcısı olduğu da söylenemezdi. Denilebilir ki “kıyamet” ne bir gerçeklik ne de fantezi olarak yaygın ve popüler bir söylemsel mahiyet kazanmıştı henüz. Bunun olabilmesi için, 1990’ların “”kuluçka dönemi” denilebilecek etkisinin ardından 2000’ler dönümünü beklemek gerekecekti.
“Yeni-milenyum”un en karakteristik yanlarından biri, insanlığın ütopyalarının yerini “distopya”lara bırakmış olması. Ütopyaların revaç bulduğu dünya, gelecekten umutlu, herkesin daha iyi ve mutlu olabileceği bir hayat hayalinin varlığını sürdürdüğü insanlık hali ile muteberdi.
“Distopya”ların hâkim olduğu dünya ise daha iyi, mutlu ve güzel günlere umudun tükendiği, sadece bozulma, çürüme ve topluca yok oluştan ibaret bir gelecek beklentisinin yaygınlaştığı bir insanlık halinin karşılığı. Bu doğrultuda bugün kurguda da, gerçekte de “kıyamet”, asli ve merkezî söylemsel pratiği insan dünyasının… Kâbus gibi görünen bir somut gerçeklik olarak IŞİD mesela…
Kendisini önceleyen küresel-cihatçı tedhiş örgütü El Kaide’den IŞİD’i farklılaştıran en bariz nokta, onun “Kıyametçi” (Mehdici) bir motivasyonla hareket etmesi. O, Batı’nın manevi boşluk ve yoksunluk içinde umarsız kalmış çocuklarında da, Batı-dışı dünyaların maddi boşluk ve yoksunluk içinde çaresiz çocuklarında da mevcut nihilizmi, cihatçı bir kıyametçiliğe (“milenaryanizm”e) kanalize ederek çekim merkezi oluşturdu.
IŞİD’e göre dünya, kıyametin eşiğinde bile değil, içinde! O yüzden “cennet”e şimdiden yol tutmak onun militanlarına zor görünmüyor. Canlı bombaların altyapısında bu tasavvur var.
Aslında Batı’da da Papalık başta olmak üzere, El Kaide ve IŞİD saldırılarını açıklama yolunda yapılan “3. Dünya Savaşı” ya da “Armageddon”, yani kutsal kitaplarda kıyamete yakın gerçekleşeceği bildirilen “Büyük Savaş” değerlendirmesi, aynı tasavvurun diğer yüzü olarak düşünülebilir.
Ve elbette Batı dünyasında 21’inci yüzyılın en yaygın ve etkin kurgu kaynağı olan dizi filmlerde son 15 yılda muazzam artış gösteren kıyamet ve kıyamet-sonrası (“post-apocalyptic”) hikâyelerin de bu bağlamda değerlendirilmesi söz konusu olabilir.
Örnekler saymakla bitmiyor
Saymakla bitmeyecekse de bir kısmı yayında bir kısmı bitmiş durumda en aşina olduklarımızı sıralayalım:
Yeryüzüne başka-dünyalı yaratıkların saldırısından sağ çıkabilmiş bir insan grubunun hayatta kalma yolunda karşı saldırısını anlatan Steven Spielberg katkılı Falling Skies…
Bir grup bilim insanının daha ucuz ve çevre dostu bir enerji kaynağı bulmaya çalışırken elektriği topyekûn kaybettiren bir teknik üretmesi ve bunun devreye sokulmasıyla karşı karşıya kalınan elektriksiz bir dünya kıyametini anlatan Revolution…
Ne ses ne de en güçlüsünden füze geçirir nitelikte, o yüzden de yıkılması ve parçalanması imkânsız bir şeffaf bariyerin esrarengiz şekilde bir kasabanın üstüne kâbus bir kubbe olarak çökmesiyle içeride kalanların çırpınışlarının hikâyesi Under the Dome…
Bir kurtçuğun insan bedenine girip onu kan emici bir vampir-sürüngene konaklık eden kabuktan ibaret hale getirmesiyle insanlığın “vampir kıyameti” karşısında umutsuz bir mücadeleye sürüklenişi olarak The Strain…
Bir virüsün insanları yok etmesi sonrasında hayatta kalan bir insanın kendisine arkadaş arayışının komik hikâyesi The Last Man on Earth…
Bir mutasyonla insan türünün yapısal bir bozulmaya uğrayarak yırtıcı vahşilere evrimleşmiş olduğu 2000 yıl sonraki dünyaya uyanıp yeniden uygarlık var etmeye çalışan bir avuç insanın mücadelesi Wayward Pines…
Ve elbette bunların üzerinde en gözde, zirvede ve vazgeçilmez yapım olarak yedinci sezonuna şu aralar (24 Ekim itibarıyla) merhaba dediğimiz The Walking Dead… Bilimsel bir “yanlışlık”la ortaya çıkıp yayılan virüs yüzünden, ölmüş insanların et yiyici zombilere dönüştüğü, insanlığın da soyunun tükenme noktasına geldiği bir “zombi kıyameti”nin nefes kesici hikâyesi…
O, aslında bize küresel-kapitalist dünyada hırsla, rekabetle, iktidar arzusuyla zombileşmiş bir kitlesel cehennemde yaşadığımız mesajını alttan alta “subliminal” olarak veren bir yapım.
Bu kadar revaçta olmasının, bıkmadan-usanmadan izlenmeye devam edilmesinin sırrı burada saklı. (Yedinci sezonu başlar başlamaz sekizinci sezon vizesi de aldı.)
Yaşadığımız “kıyamet” gibi akıp giden hayata fantastik bir ayna tutabildiği; birbirimizi yemenin norm olduğu (“İnsan insanın kurdudur”) mevcut insanlık halimize göndermede bulunabildiği; zombileşmenin küresel işleyişle ilintisini duyumsatabildiği ölçüde “The Walking Dead” vazgeçilmez oluyor.
IŞİD gerçeği ile ZOMBİ fantezisi, günümüz dünyasının ekonomi-politik işleyiş açısından bir “kıyamet” durumuyla bizi karşı karşıya bırakmış olmasında buluşuyor, sarmaşıyor, iç içe geçiyor ve bunların birini diğerinden ayırmak zorlaşıyor.
Peki, fantezisiyle gerçeğiyle bu “kıyamet”e yol açan daha somut, elle tutulur, gözle görülür sebep ya da etkenlerden de bahsedebilir miyiz?
Hepimizin hikâyesi
Buna da cevap, yaklaşık iki yıl önce NatGEO-Türkiye kanalında gösterime girmiş dokuz bölümlük İklim Değişikliği ve Biz dizi-belgeselinden çıkarılabilir.
IŞİD’i doğuran Suriye iç savaşının bir “sorumlusu” olarak onu önceleyen yıllardaki kuraklığa dikkat çeken başlangıcıyla dizi, bu kuraklığa da yol açan iklim değişiminin “insan-işi” bir felaket şeklinde halihazırda her yerde yaşanmakta olduğunu vurguluyor. Yani “kıyamet koptu ve biz onu çoktan yaşamaya başladık” diyor.
Sadece Orta Doğu’dan değil, Amerika’dan Endonezya’ya kadar dünyanın her yerinde aynı doğrultuda yaşanan sorunların ürkütücü bir çarpıcılıkla önümüze konduğu belgeselde ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice, dünyadaki çatışmaların çoğunun altındaki baskı unsurlarını şöyle sıralamaktaydı: Kuraklık, sel, besin yetersizliği, su yetersizliği…
Hepsinin yolu küresel iklim değişimine çıkıyor. Onun da dibini kazıyınca altından yeryüzünün “kanser hücresi” insan çıkıyor!
Bu bakımdan, elbirliğiyle üretip içinde yaşar olduğumuz bir “kıyamet cehennemi”ndeyiz.
O yüzden ne IŞİD’in gerçeği ne The Walking Dead’in fantezisi yabancı bize…
Her ikisinde de olup biten, aslında hepimizin hikâyesi.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.