23 Nisan’da Marmara Denizi’nde meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki deprem, sigortasız ve seçimsiz yaşam koşullarını bir kez daha göz önüne serdi. Marmara Bölgesi’ni kapsayan ve VERİ Enstitüsü’nün FikriMühim platformu tarafından yapılan araştırma, konu hakkında anlamlı bulgular ortaya koyuyor.
Toplum ve Bilim dergisinin Felaket: Tanık Olmanın Sorumluluğu temalı 165’inci sayısında, “Güvensiz Kentler, Güvensiz Yurttaşlar” makalesini şu sözlerde sonlandırıyordu şehir plancısı Prof. Dr. Oğuz Işık: “Güvenli kentler inşa edebilmek, bir kent hukuku, kent demokrasisi sorunudur. Önümüzdeki dönemde en temel sorunlarımızdan biri kentlerde parçalanan kent hukukunun yeniden inşası olmak durumundadır… Burada bunca kötülük arasında geleceğe biraz da olsa umutla bakmamızı sağlayacak temel unsur, depremler sırasında toplumun gösterdiği koşulsuz dayanışmadır.”
Depremler sırasında gösterilen koşulsuz dayanışma, ne yazık ki kent yaşamında süregiden bir adalet duygusu tarafından öncelenmiyor. Türkiye’de “Ya deprem olursa?” sorusu gündelik yaşamın kılcallarına, evde, işte, sokakta toplumsal bilinçaltına sızarken, bu endişenin bir bilinmeze değil, bilinen, kabullenilen ancak karşısında çaresiz hissedilen bir kaynağa yöneldiğini anlamamız gerekiyor. Sigortasız ve seçimsiz bir hayatı yaşar gibiyiz.
TÜİK verilerine göre Türkiye’de kilometrekareye 111 kişi düşüyor. Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 30’una, ekonomik faaliyetinin yarısına ev sahipliği yapan Marmara Bölgesi’nde ise yer yer (İstanbul’da) bu sayı 3 bin kişiye çıkıyor. En kalabalık genç nüfus da Marmara’da, en kalabalık yaşlı nüfus da. Deprem tüm Türkiye için bir risk, insan yaşamı coğrafya bağımsız değerli ancak Marmara’nın sembolik, ekonomik ve beşeri önemi yerelliklerin ötesine geçiyor. Zira Türkiye’nin en güçlü bölgesi aynı zamanda en kırılgan olanı.
Marmara Denizi’nde 23 Nisan günü meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki depremin ardından VERİ Enstitüsü’nün Fikrimühim platformu tarafından yapılan ve İstanbul, Doğu Marmara ve Batı Marmara bölgelerini kapsayan deprem araştırmasından birkaç çarpıcı veri paylaşalım: Bölgedeki insanların yüzde 71’i için deprem çok ciddi bir tehdit. Depreme hazırlıklı olmadığını düşünenlerin oranı yüzde 64. Yalnızca yüzde 27’sinin yaşadığı evlerin güvenliği uzmanlar tarafından incelenmiş.
Bu, yalnızca bir fiziksel güvenlik sorunu değil; bir aidiyet, eşitsizlik ve gelecek kaygısı sorunu. Türkiye’de kentsel dönüşüm sürecine dair güven son derece düşük. İnsanların yalnızca yüzde 12’si sürecin adil ve şeffaf yürütüldüğünü düşünüyor. Toplumun çoğunluğu, kentsel dönüşümün amacı olarak “deprem riskini azaltma” önermesine katılıyor ancak “ekonomik kazanç” ve “değerli bölgeleri dönüştürmek” gibi motivasyonları da görmezden gelmiyor. Bir başka deyişle, kentsel dönüşümde belirleyici kriterin toplum yararı olmadığının farkında.
Toplum korkuyor ancak harekete geçemiyor. Zira yüzde 72 için devlet desteği olmadan evini yenilemek mümkün görünmüyor. Geri kalanların önemli bir kısmı ise ya belirsizlikten ya da güvensizlikten dolayı sürece dahil olmuyor. Yüzde 71 için evinin güvenli hale getirilmesinin önündeki en büyük engelse, maliyetlerin yüksekliği. Toplumun deprem, güvenlik ve kentsel dönüşüme yönelik algıları bu şekilde. Hikâyenin bir diğer boyutuysa iş dünyasını ilgilendiriyor.
Ofis, işyeri, günün 3’te 1’inin geçtiği mekânlar… Plazalar, fabrikalar, AVM’ler, atölyeler; yani iş hayatının sürdüğü binalar sadece üretimin değil, aynı zamanda güvenliğin de merkezi olmak zorunda görünüyor. Zira Fikrimühim verilerine göre, çalışanların yüzde 63’ü bulunduğu işyerinin depreme dayanıklı olup olmadığını bilmiyor. Yüzde 10’u ise çalıştığı binanın sağlam olmadığını düşünüyor. Yani her 3 kişiden yalnızca 1’i güven içinde çalıştığını düşünüyor. Pandemiyle birlikte ofislerin fiziksel zorunluluğu sorgulanmaya başlamıştı. Şimdi ise deprem riski bu sorgulamayı daha hayati bir noktaya taşıyor.
İş dünyasının bu tabloya vereceği yanıt kritik. Çünkü sadece binalar değil, sistemler de kırılgan. Plazalarda çalışan yüzbinlerce kişiye hizmet sunan binlerce catering şirketi, ulaşımdan geçinen yapılar, ofis ekonomisinin ve teknolojilerinin çevresinde büyüyen devasa bir ekosistem var. Bu yapıların sürdürülebilirliği de güvenliğe bağlı. Çalışanlar artık daha fazlasını bekliyor. Anlamlı bir güvenlik politikası, şeffaf iletişim, güvenli yapılarda çalışma ve afet anlarında ne yapılacağını bilen bir organizasyon… Tüm bunlar, Marmara Bölgesi için birer “ekstra” değil, temel ihtiyaç.
Kriz anlarında markalara güveni artıran en önemli unsurun, yardım faaliyetlerini hızlı ve etkin organize etmesi olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 52. Onu, ücretsiz ya da indirimli ürün/hizmet sunanlar (yüzde 43) ve şeffaf iletişim kuranlar (yüzde 33) izliyor. Ancak krizlerin ardından en çok beklenen desteklerden biri de psikolojik destek (yüzde 54). Bu, iş dünyasının sadece fiziksel değil, duygusal güvenliği de ciddiyetle ele alması gerektiğini gösteriyor.
Markalara ve özel sektöre düşen görev açık: Binaların depreme dayanıklılığını şeffaf biçimde duyurmak, çalışanlara afet eğitimleri vermek, alternatif çalışma modellerini verimlilik kadar stratejik bir güvenlik çerçevesinde değerlendirmek, kriz anlarında ve sonrasında da dayanışma projeleriyle sahada olmak…
Uçurumun kenarında yaşama hissi, toplumun hiçbir aktörü için anlamlı bir gelecek üretemez. Kamudan iş dünyasına, herkese büyük bir görev ve sorumluluk düşüyor.
*Bu işaretin olduğu araştırma sorularında, katılımcılara birden fazla seçeneği işaretleme fırsatı tanınmıştır.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.