Belki de tarihinde ilk kez siyasi iletişimcilerin bile anlam vermediği bir seçim süreci yaşanıyor ABD’de. Öykü Ajans Başkanı Necati Özkan, 8 Kasım arifesinde ABD’nin siyasi ve toplumsal atmosferini yorumluyor.
Bu yılın Nisan ayıydı. Seçimler ve siyasi kampanyalar konusunda 36 yıldır yayın yapan Campaigns and Elections dergisinin düzenlediği Reed Ödülleri ve öncesindeki konferanslar için ABD’nin Güney Carolina eyaletine bağlı Charleston kentindeydim.
Yarışmada Türkiye’ye üç ödül birden kazandırmanın yarattığı yoğun ilgiyle çok sayıda Amerikalı meslektaşla tartışma ve adayları analiz etme imkânı bulmuştum. Her iki partide ön seçimler devam ediyordu. Demokrat Parti’de devam eden ön seçimde güçlü bir Bernie Sanders rüzgarı esiyordu.
Yıllardır Demokratlara hizmet eden tecrübeli bir siyasi danışman dostumla sohbet ederken, konu açıldı ve bana o hafta yapılmış önemli bir araştırmayı gösterdi. Araştırmaya göre, Bernie Sanders hangi Cumhuriyetçi aday ile karşılaşırsa karşılaşsın Kasım’daki başkanlık seçimini açık ara kazanıyordu. Sanders, adil paylaşımı vaat eden sosyalist pozisyonuyla sistemi sarsacak gibi görünüyor ve özellikle genç seçmenleri motive edebiliyordu.
Ama Hillary Clinton hangi Cumhuriyetçi adayla eşleşirse eşleşsin, Kasım’daki seçimi kaybediyordu. Tek istisna Trump’tı. Trump’ın dünyayı irite eden çirkin dili ve aşırı sağ pozisyonu Hillary Clinton’un kazanmasına yardım ediyordu. Bütün mesele, Clinton’un bu muazzam fırsatı kullanıp kullanamayacağıydı. Kullanabilirse Demokratlar üç dönem üst üste Beyaz Saray’ı ellerinde tutabileceklerdi.
Trump’ın beklenmeyen performansı
Çok değil, henüz bir yıl önce Donald Trump’ın ABD’ye başkan olması ihtimali ciddiyetle konuşulabilecek bir konu bile değilken, bugün artık kimse bu ihtimale “imkânsız” diyemiyor. Son bir kaç haftada anketler, ulusal bazda yarışın kafa kafaya geldiğini gösteriyor. Resmî adaylıkların kesinleştiği yaz ortalarında iki aday arasında net 8 – 10 puanlık bir fark varken, Eylül sonunda bu fark iki puana kadar gerilemişti. Anketlerin hata marjı dikkate alındığında, belki de böylesi bir fark bile yok.
Bu nasıl olabildi? Tabii ki stratejiyle. Ve konumlandırma becerisiyle. ABD’deki uzun seçim takvimi, bir iş adamı ve apolitik bir TV şovmeni olan Donald Trump’ın görülmemiş bir başarıya imza atmasına imkân sağladı.
Kısacası Trump, 2016 ABD Başkanlık Seçimlerindeki beklenmeyen performansıyla siyaseti ve siyasi seçim kampanyası oyununu belki de etkisi uzun yıllar sürecek şekilde değiştirdi.
Trump’ın stratejisi ve dili
İlk günden itibaren kullandığı net ve meydan okuyan stratejisi ile Trump, Cumhuriyetçi Parti içinde kendisine karşı yarışan ağır topları tek tek elemişti. Güvenlik stratejisiyle başlamıştı. Aynı stratejiyle yoluna devam ediyor. Bu konudaki en son filmlerinden biri olan İki Amerika adlı reklam filminde Clinton’ın Amerika’sını ve kendi Amerika’sını net olarak tarif ediyor.
Her ne kadar kendisi sistemden sonuna kadar yararlanmış bir iş adamı olsa da, Trump, Orta Amerika’nın orta sınıf ve özellikle de beyaz seçmenini sisteme karşı kışkırtıyor. Sistemden hoşnutsuz olanların kalbine hitap edebilmek için her yolu deniyor. Özellikle sistemin dışında kalan veya kaybeden beyaz seçmene sesleniyor ve “Biliyorum kızgınsınız. Çünkü ben de kızgınım” diye sesini yükseltiyor.
Kısa konuşuyor. Basit ve kesin bir dil kullanıyor. Belki, bir siyasetçi için fazlasıyla basit bir dili var. Destekçileri kıvrak zekasını, kimseyi iplemeyen hazır cevaplığını seviyor. Kendine güvenli. Pek çok kişi bu güveni “cahil cesareti” olarak yorumluyor. Çoğu kez kasten kullandığı ayrıştırıcı diliyle ve günlük olaylara verdiği anlık reaksiyonlarla, kendi kitlesinde güçlü ve eğlenceli bir figür olarak kabul ediliyor.
Öte yandan dilinin kemiği yok. Bu dilin bir başkan adayına uygun inceliğe sahip olduğunu kabul edecek neredeyse kimse yok. Kampanyasının Hillary ile olan ikinci aşamasına “Sahtekar Hillary” diye seslenerek başlamıştı. Bu konuda bir reklam filmi bile yaptırdı.
Siyasi doğruculuk gibi bir derdi hiç yok. “Amerika’nın siyasi doğruculukla uğraşacak vakti yok. Çünkü başımız dertte. Artık kazanamıyoruz. Ticarette Çin, sınırlarda Meksika bizi dövüyor. Önüne gelen bizi yeniyor. Ben seçilirsem Çin’i sürekli döveceğim” diyor. Japonya’ya karşı da tavrı aynı. “Japonlar bize milyonlarca otomobil satıyor. En son ne zaman Tokyo’da bir Chevrolet gördünüz? Amerika için neyin doğru olduğunu ben bilirim” diyor.
Siyasi doğruculuk derdi olmadığı gibi, Trump’ın kişisel doğruluk derdi de yok. Pek çok önemli konuda bir gün öyle bir gün böyle konuşabiliyor, davranabiliyor. Sık sık yalan söylediği ifade ediliyor. Gerçekten de bazı konularda gerçeklerle pek de örtüşmeyen şeyler söylediği ortaya çıktı. Ama özür dilediği hiç görülmedi.
Siyaseten pek çok önemli konudan bihaber bir görünüm arz ediyor. Bir konuda sıkıştırıldığında veya önemli sorunların çözümü konusunda ne önerdiği sorulduğunda “Şimdiden bunları söyleyip, düşmanlarımıza kopya vermek istemiyorum” diye sıyırabiliyor. Bir diğer ifadeyle Trump kendisini, Amerikalı seçmene büyük fotoğrafa odaklanan, büyük meseleleri çözebilecek olan ve o nedenle de detaylarla pek ilgilenmeyen büyük adam olarak satıyor.
Seçmenleri ise gerçekte her meseleye sahip olduğu ve hayatın her alanında süper hazırlıkları olduğu için değil, sistemi sarsabileceğine inandıkları için Trump’ı destekliyorlar. Gerçekler veya entelektüel düzey onlar için çok da önemli değil. Yeter ki, Trump “Amerika’yı yeniden büyütsün!”
Saldır saldırabildiğin kadar!
2016 ABD Başkanlık Seçimleri kampanyası şimdiye kadar hatırlanan en çılgın başkanlık kampanyası. Bugüne kadar görülmüş en az sevilen adaylar ve en kalifiye ile en az kalifiye başkan adayları yarışıyor. Ve ilk defa bir aday rakibine aklına ne gelirse söyleyebiliyor ve bunlar yanına kâr kalabiliyor.
Bu kampanya siyasi yorumcularının habire “Buraya kadar! Donald Trump artık çok ileri gitti” demeleriyle ve her seferinde yanıldıklarını anlamaları ve sadece birkaç gün içerisinde çok daha büyük bir feveran ile yorum yapmaya zorlanmalarıyla hatırlanacak.
Trump geçen yıl adaylığını açıkladığında Başkan Obama’ya saldırarak işe başlamıştı. Günlerce Obama’nın ABD sınırları içinde doğmadığını, o nedenle başkanlığının meşru olmadığını söyledi ve hatta bunun için sahte bir sivil hareket bile başlattı.
16 Haziran 2015’te, tüm Meksikalı göçmenleri “suçlu” ve “tecavüzcü” ilan etti, Meksika sınırına dev bir duvar öreceğini ve masrafını da Meksika’ya ödeteceğini söyleyerek vaatte sınır tanımadığını kanıtladı. Üç ay sonra, ülkeye kaçak yollarla gelen 12 milyon göçmeni sınır dışı edeceğini söyleyerek Latin karşıtlığına yeni bir seviye getirdi. Arkasından da yasal yollarla girseler dahi Müslümanların ülkeye girişini yasaklayacağı şeklindeki vaadi geldi.
Trump parti içinde de doğrudan rakibi olmayan çeşitli isimlere eleştiri oklarını yöneltti. Senatör John McCain’i hor gören bir dil tutturdu. Dahası, 12 yıl önce Irak’ta bir intihar bombacısı tarafından öldürülen Müslüman bir yüzbaşının madalyalı ailelerini bile meşru hedef ilan etti. Yetmedi Papa Francis’e saldırdı. Bu sene yaz aylarında ise Obama’yı IŞİD’in “kurucusu” ilan etti. Bunu yaparken Vladimir Putin’i bir lider olarak yüceltti.
Bu ölçüsüzlüklerden herhangi biri bile bir başka adayı çökertmeye yeterdi. Buna karşın Donald Trump söylediği şeylerden hiçbiri için özür dilemedi veya sözleri için herhangi bir bedel ödemedi. Medyada hep daha fazla yer edinmeye ve her gün gündemi belirlemeye devam etti.
Pek çok kişi özellikle medyanın bu tutumunu çifte standart olarak yorumluyor. Oysa destekçilerinin gözünde Trump dolambaçsız bir savaşçı. Ne zaman argo ve seviyesiz bir dil kullansa, “işte bu, adamın dilinin sansüre ihtiyacı yok” diye yırtınıyorlar. “Donald, yine Donald’lık yapıyor!”
Hillary Clinton avantajlarını tek tek heba ediyor…
Öte yandan Hillary Clinton, belki de Amerikan başkanlık tarihinin en eğitimli, en tecrübeli, başkanlığa en hazır adaylarından biri. İlk kadın aday olması ve Demokratik Parti’nin sevgilisi olması ise bir başka avantajı. Keza Latino ve Afrika kökenli Amerikalı seçmenler nezdindeki Clinton soyadının sarsılmaz gücü de Hillary Clinton’un yanında. Trump kendini bir türlü Cumhuriyetçi Parti’nin esas oğlanı olarak kabul ettiremezken, Demokratik Parti seçim makinasının tümüyle Hillary’nin emrine amade olması da cabası.
Ama olmuyor. Tümüyle sistem dışından gelen, yarı cahil bir işadamı, dürüstlükten bi haber bir profil sergileyen Trump onu tehlikeli bir biçimde zorluyor. Oysa şimdiye kadar Clinton’ın Trump’tan kilometrelerce önde olması gerekirdi. Eğer Trump’a karşı yarışı kaybederse bu duruma Hillary Clinton bizzat kendisi neden olacak.
Çünkü Hillary fazlasıyla geleneksel. Renksiz. Duygusuz. Bir türlü heyecan ve momentum yaratmayı başaramıyor. Kendisi neredeyse Amerika’daki statükonun ve müesses nizamın ete kemiğe bürünmüş hali. Onun bu pozisyonu o kadar öne çıkıyor ki, ülke tarihinin ilk kadın başkan adayı olduğu gerçeği bile çoğu kez unutuluyor.
Çünkü Hillary Clinton eski iki hatasını da tekrarlıyor. Öncelikle net bir odağı yok. Son iki yılda rakibi tek bir slogan ve stratejide istikrarlı bir şekilde iletişimini sürdürürken, Hillary Clinton slogan üstüne slogan kullanıyor. Sırasıyla “Birlikte daha güçlü”, “Bizim için mücadele ediyor” ve “Onunlayım”.
İkinci hatası mesajda karmaşık bir yol tercih ediyor olması. Her konuda konuşuyor, uzun uzun konuşuyor. Bunca mesaj karmaşası arasında belki de öne çıkabilen tek önemli mesajı, Trump’ın seçilmesinin kıyametle eş anlamlı olacağı… Bu yüzden kendisini tek ve doğru seçenek olarak konumlamaya çalışıyor. Dili fazlasıyla elit ve entelektüel. Ad Age’te bir makalesi yayınlanan Simon Dumenco, Hillary Clinton’ın bu konuda zirve yapan hatalarını üst üste sıralıyor ve “Donald Trump’ın Göçmen Mürekkep Lekesi””isimli filmini örnek veriyor. Bir psikolojik test yönteminden yola çıkarak yapılmış sözkonusu soyut ve animasyon film, Trump’ın göçmenlerle ilgili bilinen tüm söylemlerini kendi sesinden kullanarak güya onu mahkum ediyor.
Clinton hâlâ kazanmaya yakın
Donald Trump, Clinton ile arasındaki seçmen desteği farkını kapatıyor. Belki Trump, ön seçimlerde gösterdiği ivmeyi yeniden yakalayabilir ve Clinton’dan daha üstün bir performans sergileyerek farkı sıfırlayabilir ve hatta bir miktar öne geçebilir.
Ama iş sadece seçmenden elde edilecek oy ile bitmiyor. Çünkü ABD Başkanlık Seçimlerinde seçmenler doğrudan başkanı seçemiyorlar; başkanı seçecek olan delegeleri seçebiliyorlar. Ulusal çapta 50 eyaletten toplam 538 delege seçiliyor. Sonuçta 270 delege toplamayı başaran aday ABD başkanı seçiliyor. Delegelerin seçimi konusunda ise her eyaletin başka bir seçim kanunu var. Bazı eyaletlerin çıkardığı delegeler, adayların aldıkları oy oranına paralel biçimde paylaştırılırken, bazı eyaletlerde tek bir oy bile fazla alan aday “kazanan hepsini alır” (winner takes all) kuralına göre tüm delegeleri elde edebiliyor.
Bu nedenle de grafikte de görüldüğü gibi Clinton’un yarışı kazanma olasılığı hala yüzde 54. Çünkü Demokrat Parti’nin geleneksel oy deposu konumundaki eyaletlerden elde edilecek delege sayısı daha yüksek. Ve bu nedenle Ohio, North Carolina, Florida gibi bazı eyaletlerin vereceği karar seçimin kaderini tayin edecek.
Nisan ayında Charleston’daki C&E Reed Ödül törenleri sırasında benimle Clinton – Trump eşleşmesine ait büyük veriye dayalı analizleri paylaşan ve Clinton’ın sadece Trump’a karşı kazanabileceğine ilişkin fotoğrafı görmemi sağlayan Amerikalı Demokrat danışman dostumun öngörüsünün de ne denli doğru çıkacağını seçim günü göreceğiz. 8 Kasım’da Amerika kimi seçerse seçsin, kesin olan şu ki, 9 Kasım sabahı sistem bir kez daha kazanacak.
İlerlemek için sayfa numaralarını kullanabilirsiniz.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.