“İnsan iyiyle kötünün belirgin bir şekilde ayırt edilebileceği bir dünya ister, çünkü onda doğuştan gelen, gemlenemez bir anlamadan yargılama arzusu vardır. Dinler ve ideolojiler bu arzu üzerine kurulmuştur” diyor Milan Kundera.
Günümüz insanının en büyük zaaflarından biri: Anlamadan, dinlemeden bir yargıya varmak. Her gün onlarcasıyla karşılaşıyoruz. Sosyal medyada haberi tıklayıp içeriğini okumadan sadece başlığına bakıp yorum yapan milyonlarcası… Ya da araştırmadan haber yapan onlarca gazeteci… Hiçbir fikri olmadığı halde her gün televizyonlara çıkıp saatlerce boş konuşan onlarca yorumcu… “Acaba?” sorusunu hiç sormayan, sorgulamadan duyduklarına inanan, hiç tanımadığı insanları bile düşman belleyen milyonlarca insan…
Sadece anlamadan yargılama arzusu mu tek zaafımız? Bana kalsa ilk sırada “duyarsızlık” olmalı derim. Doğaya verilen tahribata tepki vermeyen, hayvanlara eziyet eden ve buna susan milyonlarca insan… Üstelik hepimiz giderek kanıksıyoruz bu durumu… Hırsızlıktan, yolsuzluktan, kendi vergilerinin heba edilmesinden hiç rahatsız olmayan koskoca bir toplum…
Pandemiyle birlikte bozulan psikolojimiz, gittikçe azalan tahammül seviyemiz, çevremizde olan bitene gittikçe duyarsız hale gelmemiz… Kaybolan değerler, sızlamayan vicdanlar… Tüm bunlara neredeyse bir avuç insan dayanmaya çalışıyor gibi geliyor bana zaman zaman.
Tüm bu nedenlerden, oturup yazmak gelmedi içimden. Ama yeni yazı işleri müdürümüz sevgili Arzu Nilay Kocasu yazı bekler benden. O yüzden bu ay sadece okuduklarımı, izlediklerimi paylaşmak istedim. Hoşunuza giderse belki hep böyle devam ederiz.
Başarı için sadece heyecan, eğitim, çok çalışmak yetmiyor. Önemli olan tutkularımıza da kucak açabilmek, onlardan keyif alabilmek, onlara sıkı sıkı sarılmak. Sığınacak bir liman aradığınızda elinizin altında bulunması için öneriyorum.
#Roman
Fransız Teğmenin Kadını
Postmodern edebiyatın başyapıtlarından biri olan Fransız Teğmenin Kadını özellikle genç yaratıcılar için muazzam bir okuma deneyimi sağlayacaktır.
Romanın yazarı John Fowles yaşadığı çağdan 100 yıl öncesine gider ve tarihin en baskıcı dönemlerinden biri olan İngiltere’deki Victoria Çağı’nı sorgulatır. Hem de bunu öyle büyük bir ustalıkla yapar ki aslında sorguladığımız bugünümüzdür. O dönemdeki ahlak anlayışını, adalet terazisini, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, sınıfsal çelişkileri, din ve ahlak adına yapılan baskıları okurken “Bugün ne değişti ki?” sorusunu sorarken buluruz kendimizi.
Edebiyat akımları, Tanrı anlatıcı gibi kavramlar da Fowles’ın eleştiri oklarının hedefindedir. Fransız Teğmenin Kadını’nda Fowles bizi bir deneyime, oyuna davet eder. Kitabı okurken başından sonuna tetikteyizdir. Çünkü her an bir sürprizle karşılaşabiliriz. Yazarın ne zaman karşımıza çıkacağını bilemeyiz. Tam büyük bir heyecanla öykünün akışına kapılmış giderken, bir anda yazar girer araya ve bizimle dertleşmeye başlar. Bazen kahramanlarıyla, zaman zaman da kendisiyle dalga geçer.
Bir sürpriz de kitabın finalinde bekler. Hikâyeyi birden fazla sonla tamamlar Fowles. Hangisini seçeceğimiz bize kalmış. Ayrıca pek çok final hayal edebilmemiz için bizi cesaretlendirir. Kitap boyunca sanki birlikte yazıyormuşuz duygusu yaratması da cabası.
Marx, Darwin, varoluşçuluk akımı romana baştan sona eşlik eder. Örneğin, hikâyenin en can alıcı noktasında birden Fowles araya girer ve karakterin neden öyle davrandığını Darwin’in teorileri eşliğinde açıklar.
Fransız Teğmenin Kadını insanın yaşamında birden çok okuması gereken bir kitaptır. Çünkü her okuma farklı bir deneyim, farklı bir macerayı da beraberinde getirir.
#Bülten
Kapsül Adrenalin
Yeni nesil haberciliğin en iyi örneklerinden biri Kapsül. İşinin ehli gazeteciler haberleri güvenilir kaynaklardan rafine ederek takipçilerine her gün ulaştırıyor. Her cuma yayınlanan Kapsül Adrenalin ise yaratıcılık, yeni iş girişimleri, start-up’lar, finans ve iş dünyasını odağına alan bir e-bülten.
Sanat dünyasından en güncel haberler, teknoloji dünyasının en yaratıcı hamleleri, yeni gelişmeler, yaratıcılığa yön veren yeni trendler, sosyal medyadaki en son gelişmeler, kısaca dünyada ve Türkiye’de olan bitenler… Hem de haftalık bir derlemeyle…
Gün içerisinde biraz nefes almak istediğinizde önce kendinize güzel bir kahve ya da çay alın, sonra kapsul.com.tr/bultenler/adrenalin linkini ziyaret edin. Yaratıcılığın, kültürün, sanatın sularında dolaşmak size çok iyi gelecek. Kahveniz bittiğinde bülteni de tamamlamış olacaksınız.
#Dergi
Kafa
Tabii ki bir ay boyunca elinizin altında MediaCat olduğunun farkındayım. Yine de MediaCat’e eşlik edecek bir arkadaş daha önermek istiyorum: Kafa Dergisi.
Yoğun bir iş gününde bir kahve arasında okuyacağınız bir hikâyenin kahramanıyla yolculuğa çıkmak, bir yorumda klasik bir filmi ya da romanı yeniden keşfetmek, bir resmin hikâyesiyle hayallere dalmak ya da Nâzım’ın dizeleri arasında kaybolmak…
Yine Sana Dair
Sende, ben, kutba giden bir geminin
sergüzeştini,
Sende ben, kumarbaz macerasını
keşiflerin,
sende uzaklığı,
sende, ben, imkânsızlığı seviyorum.
Güneşli bir ormana dalar gibi dalmak
gözlerine
ve kan ter içinde, aç ve öfkeli,
ve bir avcı iştihasıyla etini dişlemek
senin.
Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum,
Fakat aslâ ümitsizliği değil…
Kendinizi ödüllendirin. İş nasılsa sizi bekleyecektir. Her gün bir sayfa, her gün bir hikâye…
#Film
Saatler
Michael Cunnigham’ın ünlü Saatler romanından 2002’de sinemaya uyarlanan bir film. Cunnigham Virginia Woolf’un ünlü romanı Mrs. Dalloway’den esinlenerek yazmıştır kitabını. Baş kahramanlarından biri de Virginia Woolf’tur zaten. Film de tıpkı romandaki gibi üç ayrı zaman diliminden üç kadının bir gününü anlatır. 1923’ün İngiltere’sinde Virginia Woolf’un psikolojik iniş çıkışlarına, “Mrs. Dalloway”i zihninde şekillendirmesine, 1951’de Los Angeles’da, “Mrs. Dalloway”in okuru Laura Brown’un ölümle yaşam arasında gidip gelişine ve 2001 New York’unda biseksüel editör Clarissa’nın AIDS hastası eski sevgilisini hayatta tutma çabasına tanık oluruz.
Hem kitap hem de film Woolf’a bir saygı duruşu gibidir. Kendisi, kahramanı ve okuru farklı zamanlarda yaşasalar da aynı filmde buluşurlar, yaşamları iç içe geçer ve muhteşem bir kurguyla sonunda hikâyeler birbirine bağlanır.
Bir ünlüler geçididir film. Meryl Streep, Nicole Kidman, Julianne Moore, Ed Harris gibi dev oyuncular yer alır. Adeta Virginia Woolf’a dönüşen Nicole Kidman’ı uzun süre fark etmeyiz. Bu rol sanatçıya ilk Oscar’ını kazandırır. Ed Harris hayalperest şairi o kadar iyi oynar ki onun hikâyesini de ayrı bir film olarak izlemek isteriz. Julianne Moore’un belki de hayatının en iyi performansıdır Laura.
Filmin en etkilendiğim sahnelerinden biridir: Virginia Woolf Mrs. Dalloway’i yazmaktadır ve hikâyenin sonunda kahramanını öldürmeyi düşünür ama vazgeçer. Ancak hikâyede mutlaka birinin ölmesi gerektiğine takıntı derecesinde inanmaktadır. Kocası ise bunun nedenini merak eder. “Romanda neden birinin ölmesi gerekiyor Virginia?” der. “Geri kalanların hayatın değerini daha iyi anlayabilmeleri için birinin ölmesi gerekiyor Leonard” diye yanıtlar Woolf. “Peki kim ölecek?” diye sormaya devam eder kocası. Woolf yanıtlar: “Şair ölecek, hayalperest.”
Doğduğumuz andan itibaren zihnimiz verimlilik adına inanılmaz bir kategorilendirme çalışması yapmaya başlıyor. Örneğin, renk dediğiniz şey aslında arada net geçişleri olmayan bir akış. İsimlendirmek için bir yerlerden çizgi çekmeniz gerekiyor.