“Onlar” ekibinden gazeteci Timur Soykan ile Türkiye’deki gazeteciliğin dönüşümünü ve bugün ne anlama geldiğini konuştuk.
Gazeteciler Şule Aydın, Timur Soykan, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve Murat Ağırel’den oluşan “Onlar” ekibini stüdyolarında ziyaret ettik. YouTube kanalları, ülke gündemini meşgul eden özel haberleri ve özgün içerikleri ilgiyle takip edilen deneyimli ekip, meslekteki ilk günkü heyecanlarıyla gazetecilik yapmaya devam ediyor. Ekibinin vazgeçilmez bir parçası olan Timur Soykan, Onlar adına sorularımızı yanıtladı.
Sizi nasıl tanımlamalıyız? “Onlar”, kim?
“Onlar”, muhabir aslında. Haberci bir ekibiz: Çok fazla yorumdan ziyade muhabirlik heyecanını içinde taşıyan gazetecileriz ve haber dosyaları hazırlıyoruz. Bundan dolayı bizim kanalımız diğer gazetecilik YouTube kanallarından veya diğer gazetecilik faaliyetlerinden biraz farklılaşıyor ve o ölçüde de izleyicinin ilgisini çekiyor. Çünkü Türkiye’nin gündemini belirleyen, özel haber dosyaları hazırlıyoruz. Kimi zaman bu mafya ile ilgili oluyor, kimi zaman uyuşturucu kaçakçıları ile ilgili oluyor…
İlk kez Halk TV’de “Kayda Geçsin” programında bir araya geldik ve bu format ile, yaptığımız özel haber dosyalarını izleyiciyle buluşturan bir haber programına dönüştük. Oradan ayrıldıktan sonra muhabirlik heyecanıyla yapılan gazetecilik formatını, “Onlar” adıyla YouTube’a taşımaya karar verdik. YouTube’da ne kadar ilgi göreceğimizi bilmiyorduk. Şu anda haftada iki gün -pazartesi ve perşembe- canlı olarak haberlerimizi izleyicilere aktarıyoruz. Şule Aydın’ın moderatörlüğünde Murat Ağırel, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu ve ben, haberlerimizi heyecanla yapmaya çalışıyoruz. Onun dışında farklı formatlarımız da var: Benim yaptığım “Suçluyu Gördüm”, Barış Pehlivan’ın hayata geçirdiği “Biz Bu Filmi Görmüştük” serisi gibi.

Hepiniz geleneksel medyadan gelen gazetecilersiniz. Kıyasladığınızda, YouTube’un avantajları ve dezavantajlarını nasıl değerlendirirsiniz?
Ben, tam olarak geleneksel gazeteciliğin içinde büyüdüm. Yaklaşık 25 yıl yazılı medyada çalıştım; yani internet sitelerinde çalışmadım. Önce Yeni Yüzyıl gazetesinde, sonra Radikal, Posta ve Birgün’de… Şu anda hâlâ Birgün’de çalışmaya devam ediyorum.
Bütün bunlara baktığımda, aslında geleneksel medyaya çok tanıklık etmiş biriyim. Şimdilerde bir panele gidiyoruz; gençlerle, öğrencilerle buluşuyoruz. Onlara makarayı, yani fotoğraf makinesi içindeki filmi anlatıyoruz. Çocuklar makara ne demek, bilmiyorlar. Mesleğe başladıktan yıllar sonra dijital bir fotoğraf makinesi gördüğümde ben de şok yaşamıştım. Çünkü eskiden şehir dışında veya yurtdışında bir yere giderdik… Fotoğrafları çeker, makarayı uçağa koyardık; uçak İstanbul’a gelir, şoförler gidip filmi alırdı. Film gazeteye götürülüp yıkanır, oradan da masaya gelirdi. Ve bunların hepsi bir gün içinde olurdu.
Bu sebeple şunu biliyorum ki teknoloji bir yandan da çok kolaylaştırıcı bir şey. Şimdi çekiyorsun, “tık” diye gönderiyorsun. Hatta cep telefonuyla çekiyorsun, gönderiyorsun fotoğrafı. Ama eskiden biz haber için bir saat harcıyorsak, fotoğrafı gönderebilmek için iki üç saat harcıyorduk. Bu yüzden teknoloji çok güzel, çok kolaylaştırıcı bir şey.
Bütün hayatımızı, insanı şekillendiren, yeni kuşakları değiştirecek bir çağ başladı. Ve bilgiye ulaşım çok kolay. Şimdi yapay zekâ ile bu yeni bir formata da giriyor. Ve bu dijital çağda, eski geleneksel motiflerle devam etmek imkânsız.
Bu konuda bir de şöyle bir hikâye geçti başımdan: Bir gün sahilde, Sarıyer’de otururken yağmurda kaldım, minibüs durduramadım. Arkadan arabayla çocuklar geliyordu. Çocuklar durdu yanımda, arabaya aldılar beni yağmurda. “Abi atalım seni” dediler, “Olur” dedim ben de. “Ne iş yapıyorsun abi?” diye sordular, “Gazeteciyim” dedim. “Abi, hâlâ gazete çıkıyor mu ya?” dediler. Yani basılı gazete. Ben de o dönem Posta’da çalışıyordum.
Yani artık yeni kuşak, o kadar uzak. Öyle bir kopuş yaşanıyor ki. Buna televizyonu da ekleyebiliriz. Şimdi televizyon da çok fazla izlenmiyor artık. Kanallar arasında zap yapmak gibi şeyler yok. İnsanlar YouTube’da, sosyal medyada habere erişiyorlar. Yazılı medya zaten büyük ölçüde tükeniyor. Ama hepsi bitmez. Yani bir kısmı her zaman ayakta kalır ama kuşaklar sonra onların da farklılaşacağı kesin.
Artık çok hızlı bir şekilde habere ulaşabiliyorsunuz. Hızlı ulaştığınız için de haber çok hızlı eskiyor. Eskiden ben haberi gazeteye, meslektaşım da internet sitesine yazardı. Haber sitede çıkınca, sanki o daha hızlı yazmış gibi olurdu çünkü ben haberimin çıkması için yarını beklemek zorundaydım. Günümüzde haberin çok hızlı ulaşması, en büyük avantajlardan biri. Dezavantajı ise hızlı haberin doğruluğu konusundaki kaygılar. Sonuçta bilginin doğruluğu bir gazeteci için en temel prensip. Fakat buna çok önem verilmiyor artık. Hatta bazen toplum da o bilginin gerçekliğini çok önemsemediği bir hale gelebiliyor. Bu gerçek bir dezavantaj.
Ama diğer yandan bakarsanız, yayınlarımızı yaptıktan sonra beni en mutlu eden şey, yaptığımız işin çok interaktif olması. Yani daha fazla izleyiciyle, daha net bir ilişki kurabiliyorsunuz. O size eleştirilerini çok daha net bir şekilde, çok kısa bir sürede yapabiliyor. Ve yayına şekil verebiliyor. Ama tabii ki çok zor. Eskiden bir televizyon kanalı kurmanız için büyük medya patronu olmanız gerekiyordu. Şimdi gerçekten etkili bir iş yaparsanız, çok dar bütçelerle insanlara ulaşabileceğiniz bir yol açıldı. Bu da herhalde dijitalleşen medyanın en büyük avantajlarından biri oldu. Bir de tabii ki yurttaş gazeteciliği gerçeği de ortaya çıktı. Yani artık her yerde o sosyal medyanın kullanılması, sosyal paylaşımların çok kısa sürede yayılması, bir yurttaş gazeteciliğini de beraberinde getirdi ki bu bence kıymetli bir şey.
Gazetecilikte, “yetişme” kavramı vardır. Sizce bu gelenek hâlâ sürüyor mu? “Beni yetiştirdi, çok şey öğrendim” dediğiniz isimler var mı, ya da siz, genç gazetecilerle bilgi paylaşımı yapıyor musunuz?
Mesleği öğrendiğimiz, meslekte ilk adımımızı attığımız andan itibaren bizi desteklemiş, akıl vermiş çok fazla insan var. Hakan Çelenk vardır ki, benim için en önemli kişilerden biridir gazetecilik konusunda. Yeni Yüzyıl’da, Radikal’de, Posta’da birlikte çalıştık, şimdi Yeniçağ Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini yapıyor. Birgün’den Yaşar Aydın, üniversite dönemlerinden tanırım, onun da çok etkisi vardır. Elif Yılmaz vardır Posta’da, ondan da gazeteciliğe dair çok şey öğrendim. Radikal’den Ertuğrul Mavioğlu, çok şey öğrendiğim bir gazeteci abimdir. Yani çok var, gerçekten çok var. Ama o bir bilgi aktarımı gibi; her gün yaptığın işte daha usta isimlerden yeni bir şeyler öğrenerek pratikte ilerliyorsun. Ama tabii Türkiye, gazetecilik açısından çok bedeller ödenmiş bir ülke. Çok yetenekli, çok iyi gazetecilerin var olduğu bir ülke. Uğur Mumcu gibi gazetecilerin tarihteki yazıları her zaman bize yol gösterdi.
“Yetiştirme” konusuna değinecek olursam; üniversitelere gidiyorum, gençlerle buluşuyorum, onlara anlatıyorum. Geçen ODTÜ’deydik, sonra Galatasaray Üniversitesi’ne gittim. Akademisyen bir yönü de var bu işin: Sonuçta medya dediğiniz, kocaman bir akademik konu aynı zamanda. Biz akademisyen değiliz, biz gazeteciyiz. Ama akademik olarak bunu yapanlar, gençler üzerinde çok daha etkili olabilir. Biz ne kadar buluşabiliyoruz, bilmiyorum ama gelecek için isterim. Gerçekten de isterim; deneyimlerimi gençlere aktarmak istiyorum.
Gazeteci olarak hakikati araştırmak ve aktarmak için çalışıyorsunuz. Peki sizce bugünün toplumunda “hakikat arayışı” hâlâ bir karşılık buluyor mu yoksa insanlar bilinçli bir unutma hâlini mi tercih ediyor?
Ben bu memlekette büyümüş bir insanım. Hep politik bir insandım. Şunu bilirim: Türkiye’deki insanların hepsi aslında bu kadar edilgen, bu kadar tepkisiz değildi. Ama şunu da söyleyeyim; bu bir tercih olabilir. Gerçekten kaçabilirsiniz, gerçeği görmek istemeyebilirsiniz, duymak da istemeyebilirsiniz. Bu vicdanınızdan dolayı da olabilir.
Kahramanmaraş depremlerinde Türkiye, tarihinin en büyük acısını yaşadı. Türkiye onu unutmak istedi, gitmedi üstüne. Ve kaçtı, acıdan kaçtı yani. Toplumlar böyle yapar. Ama gerçek öyle bir şey değil. Gerçek buna izin vermez. Bir gün kendi evin kaçtığın için başına yıkılır. Çünkü gerçek tam olarak budur. Mistik bir şey de değildir gerçek. Çünkü istikrarlıdır, tutarlıdır. Sen onu bir yerden bastırsan bile, sonunda başka bir yerden çıkar.
Bizim haberlerimiz öyle. Yalanlarlar, inkâr ederler ama bizde belgesi vardır. Ben görürüm sonra, iki ay, üç ay ya da bir yıl sonra, ne zaman olursa, başka bir yerden yine aynı haber çıkar. Ve bir belge daha ulaşır. Çünkü gerçek istikrarlıdır, devam eder. Yalan ise tam tersine çok istikrarsızdır, tutarsız olduğu için çabuk geçersizleşir.
Bunun için toplumlar gerçekten kaçmak isteyebilir, önemsemeyebilir. Hele bu dijitalleşme çağında insanlar, “İyi olsun, güldürsün, geçsin. Kısa olsun, eğlensin, bitsin. Okumayayım bile” diye düşünüyor. Ama eninde sonunda olan şey şu; o hakikat orada duruyor. Sen kaçmaya çalışsan da görmemeye çalışsan da o en sonunda sana gelip kendini hatırlatıyor.
Toplumun bir kesimi gerçekten kaçıyor olabilir. Bir kesimi sadece pembe gözlükle dünyayı görmek istiyor. Bana yolda insanlar gelip diyor ki, “Artık açmıyorum, okumuyorum, çok sinirim bozuluyor.” Ama biliyorum ki en fazla birkaç ay dayanacaklar. Çünkü bu memleket hepimizin. Bu memleket bizim olduğu için bir süre sonra çeşitli duygular devreye girecek ve yine gerçeği bilmek isteyecekler. Bu kaçınılmaz.
Siz Türkiye’yi, yani toplumu anlamaya çalışırken en çok neye bakıyorsunuz? Hangi göstergeler, hangi hikâyeler sizin için belirleyici?
Sokaktaki insanız biz. Muhabirliğimiz olduğu için sürekli dışarıdayız. Halkla temasımız her zaman devam ediyor. Bu temas bize onların yaklaşımları konusunda fikir verebiliyor. Ayrıca sosyal medyadaki paylaşımlardan, yapılan yorumlardan, tepkilerden de ölçüm yapabiliyoruz.
Ama şundan emin olamıyorum artık; insanlar korku iklimi içinde olduklarından dolayı toplumsal reaksiyonları analiz etmek kolay değil. Sosyal mecralar çok arttı ama kendini ifade edemeyen milyonlarca insan var -etmekten korkan, çekinen insanlar… Ya da o mecralar trollerle, algı zincirleriyle yönetiliyor. Yine de çevremdeki insanlardan, sokaktan, konuşmalardan ve sosyal medya analizlerinden kanaat oluşturmaya çalışıyorum.
Ülkemizde gazetecilikte “kahramanlık” söylemi çok sık duyulur. Sizce iyi bir gazeteci kahraman mıdır yoksa sadece işini iyi yapan biridir?
Sadece işini iyi yapan biridir. Bu çok net. Şimdi bu kahramanlık hikâyesi bizim de başımıza gelen bir olay. Ben 25 yıldır gazeteciyim. Yıllarca yazılı basındaydım, beş altı yıldır ekranlarda bu işi yapıyorum. O günden beri insanlar bize hak etmediğimiz bir övgü veriyorlar.
Biz sadece işimizi yapıyoruz; muhabirlik, haber hazırlamak, haberi anlatmak. Televizyona çıkmasa da çok değerli gazeteciler var, çok iyi işler yapıyorlar, ülkenin gündemini belirliyorlar. Ama bu bir kahramanlık değil, bu bir iş. Marangoz nasıl güzel mobilya yapmalıysa, doktor işini iyi yapmalıysa, biz de işimizi iyi yapmalıyız. Ama insanlar siyasi güvenlerini yitirdikleri için gazetecilere bir kahraman gibi yaklaşıyorlar. Oysa sadece fikrimizi söylüyoruz, haberimizi yapıyoruz. Bedel göze alıyor muyuz? Evet, alıyoruz. Ama mecburuz. Bu bir kahramanlık değil. Bu, işini yapma hali. Demokratik bir ülkede gazeteci haberini yapar, biter. Ama şimdi gazeteciye “savaşçı”, “kurtarıcı” muamelesi yapılıyor, bu doğru değil.
Bu zamana dek doğru bir şeyi hayata geçirmek uğruna bazı prensiplerinizden ödün verdiğiniz oldu mu?
Hepimiz hata yapıyoruz, hiçbirimiz mükemmel değiliz. Çok doğru olmaya çalışıyoruz ama hiç kimse tamamen hatasız olduğunu söyleyemez. Ama bilinçli olarak, doğru bir yolda prensipten çıkarak gitmenin doğruya ulaştıracağına inanmıyorum. Bir prensipten vazgeçtiğin anda doğruya ulaşman çok zor. O prensiplerle gidebiliyorsun doğruya. Prensipleri es geçtiğinde vardığın yer zaten doğru olmayacaktır. Onun için prensipleri korumak önemli.
Röportaj: Eylül Seren Altay
Fotoğraflar: Şebnem Babat