“Damızlık Kız”, Reagan döneminde doğuş buldu. Fakat aradan 30 yılı aşkın süre geçmişken dizi sürümünün belki romanı da solda sıfır bırakacak derecede daha büyük bir kitlesel ilgiye ulaşması nasıl açıklanabilir?
“Ve Raşel, çocuk doğurmadığını görünce Yakub’a dedi: Bana çocuklar ver, yoksa ölürüm. Ve Raşel’e karşı öfkesi alevlenip Yakub dedi: Ben, rahmin semeresini senden esirgeyen Allah’ın yerinde miyim? Ve Raşel dedi: İşte, cariyem Bilha, onun yanına gir; ta ki dizlerimin üzerinde doğursun da ondan çocuklarım olsun. Ve cariyesi Bilha’yı karı olarak ona verdi; ve Yakub onun yanına girdi. Ve Bilha gebe kaldı ve Yakub’a bir oğul doğurdu. Ve Raşel dedi: Allah davamı gördü ve sesimi de işitip bana bir oğul verdi. Ve Raşel’in cariyesi Bilha yine gebe kaldı ve Yakub’a ikinci bir oğul doğurdu” (Tevrat, Tekvin: 30/1-7).
Kanadalı yazar Margaret Atwood’un romanı Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale, 1985) tam 40 yıllık tarihe sahip. İçinde bulunduğumuz 2025, onun okurla buluşmasının 40’ıncı yıldönümü. Bu, son derece anlamlı şekilde, romanın ikinci-doğumu denilebilecek ve 2017’de izleyiciyle buluşup çok büyük ilgi görmüş aynı adlı dizinin de final sezonunun gösterimde olduğu yıl. Son sezonun son bölümü bu yazı hazırlanırken 27 Mayıs’ta yayınlandı. Tabii büyük ihtimal bu son, “nihai son” olmayacak. “Damızlık Kız”, aramızda olmayı sürdürecek. Zaten Atwood 2019’da devam mahiyetinde Ahitler (The Testaments) adlı yeni romanını okurla buluşturdu ve ondan uyarlama bir yeni dizi de yolda. Ama esas, “Damızlık Kız”ın bir kurgu olmanın ötesinde hayatın akışında, dünyanın gidişatında adeta bir kâbusun gerçeğe dönüşmüş hali gibi bizimle olmaya devam edeceğini düşünmek mümkün.
Aslında ilginç şekilde “Damızlık Kız”ın, “gerçeğin kurgusundan kurgunun gerçeğine” sarmalanan bir tarihi olduğu da öne sürülebilir. Başlangıçta hayatın içinden çıkan bir “hayal” vardır. Kimilerince George Orwell’ın abide eserine referansla “feminist 1984” olarak tanımlanan bu distopik gelecek kurgusunun arka plânı sorulduğunda Atwood, romanda hayatın içinde olmayan hiçbir şey bulunmadığını söylemişti:
“Halihazırda yapmadığımız, yapıyor olmadığımız, ciddi şekilde yapmaya çalışmadığımız hiçbir şeyi Damızlık Kızın Öyküsü içine koymuş değilim. Orada icat (uydurulmuş) olarak düşünülebileceklerin sayısı nerdeyse sıfıra yakın. Kitapta betimlenen her şey, insanların an itibarıyla birbirlerine yaptıklarından ibaret.”1
Peki nedir bu, kitapta betimlenen ve 1980’ler dünyasında gerçek olarak karşımızda duran her şey?.. Öncelikle ABD’de Ronald Reagan’ın başkanlığıyla işlerlik kazanan neoliberal kapitalist vahşetin üstünü örtme yolunda, onunla eşzamanlı önü açılmış neo-muhafazakâr siyaset. Onunla bağlantılı olarak Evanjelik fundamentalizmin kitlesel yükselişi ve 1960’ların özgürlükçü havasında çıkış bulmuş seküler, feminist, LGBTQIA+ yanlısı hareketlilikleri, ateizm, kürtaj, AIDS gibi “kötülük”lerin sebebi sayarak hedef alan saldırganlıklar… İşte Atwood, Reagan döneminde gemi azıya almış Hristiyan-Sağ’ın; ondan yüz bulan örgütsel, “kültik” oluşumların; Beyaz Saray’a kadar çöreklenmiş evanjelik televaizlerin (televangelistler) söylemlerinden hareketle romanı tasarlamıştır. Feminizmin yükselişi, kadınların toplumsal-mesleki kazanımları, doğum kontrolü uygulamaları, eşcinsel hakları, vb. dönüşümleri lânetleyen bu söylemden hareketle Damızlık Kızın Öyküsü kotarıldı. Elbette dünyada, özellikle İslam coğrafyasında da böylesi bir kurguyu besleyecek korkunç bir pratik, Humeyni İranı’nda ortadaydı. Dolayısıyla Atwood, 1980’lerde belirmiş İslam fundamentalizminin, özellikle kadınlar ve eşcinseller söz konusu olduğunda sergilediği eylemlilikle Hristiyan fundamentalizminin ABD’deki söylemini buluşturarak bir “Amerika, İran olursa” projeksiyonu yapmaktaydı.
“Damızlık Kız”da karşımızda, yazı-başında aktardığım Tevrat’taki anlatıdan çıkış bulmuş bir teokratik-ataerkil diktatörlükte yaşanan hazin bir insanlık, ama özellikle kadınlık hikâyesi var. Radyasyon, çevre kirliliği, iklim değişikliği sonucu yaşanmaz hale gelen dünyada doğurganlık krizi, insan soyunu kuruma noktasına getirmiştir. Sebep, elbette “kâr-büyüme-kalkınma” zehriyle yol almayı amansızca sürdüren ekonomi-politik işleyiş olsa da kitleler için bu büyük resmi görmek mümkün değildir. Dolayısıyla suçlu olarak işaret edilenler, tarihte benzeri felaket dönemlerinde hep olduğu üzere en “lanetli-öteki” sayılanlar, öncelikle de kadınlar ve eşcinsellerdir. Bu doğrultuda kendilerine “Yakub’un Oğulları” adını vermiş fundamentalist-fanatik bir kült, ABD’de iç savaşa yol açar, ardından yönetimi ele geçirir ve Birleşik Devletler yerine teokratik-totaliter Gilead devletini oturtur. Artık kadınlara özgürlük, eşitlik, iş ve kariyer hak getiredir. Uysal-ezik varlıklar olarak erkeğe, domestik eş olarak kocaya ve en trajiği, hâlâ doğurgan iseler “damızlık” olarak tecavüz ve tecavüzcüye tâbilik, onların yazgısıdır. Akış içinde vurgulandığı üzere “huzurla yaşayabilecekleri biyolojik kader”, çocuk yapmaktır.
Böylece hâlâ doğurgan kadınlar yakalanıp, “önceki zaman”daki işlerinden, ilişkilerinden, eşlerinden ve evlatlarından koparılıp damızlık köleler olarak düzenin kurucu-yönetici seçkinlerinin evlerine dağıtılırlar. O evlerde yöneticiler tarafından, onların kısır eşlerinin dizlerine yatmış vaziyette, kutsal kitaptan yukarıda aktardığımız “Yakub, karısı Raşel ve Raşel’in hizmetçisi Bilha”ya dair bölüm okunarak “ayinsel” çerçevede döllenirler.
Yine de Gilead’da okkanın altına en çok gidenler eşcinsellerdir. Eski Ahit’teki anlatıya dayalı tanrısal düzen, yeryüzünü kıyamete çeviren gidişatın faturasını esas onlara keser. Dolayısıyla kadınlara eş, damızlık ya da sıradan hizmetçi olmak reva görülürken eşcinseller “cinsiyet-haini” (gender traitor) sayılarak ölüme mahkumdur. Onlara yönelik korkunç bir “temizlik” harekâtı yürütüldüğünü izleriz. Ama “çarpıcı” istisnalar yok değildir. Söz gelimi bu yeni “dinî ve arî” düzene karşı bir yeraltı direniş hareketinde yer alan, önceki hayatında seçkin kariyer sahibi bir biyolog-akademisyen olan lezbiyen Emily, yeni damızlık adıyla (“Kumandan Glen’e ait” anlamında) Ofglen (Alexis Bledel): O, yakalanıp “cinsiyete ihanet”ten ölüm cezasına çarptırılsa da damızlık olduğu için idam edilmez. “Çünkü Tanrı onu çocuk doğurmak için göndermiştir.” Dolayısıyla bu doğurgan cinsiyet-hainine “yardımcı olunur” ve onu dürtülerine yenik düşüren sorun, o gayet “ufak” sorun çözülerek cerrahi müdahale ile klitorisi alınır.
Karşımıza çıkan bu tanrısal ama esas eril düzenden onun doğuşu için “iman” ile mücadele etmiş kadınlar da nasibini alır. Eski bozuk-düzen ABD’sinde ünlü bir televangelist olarak Yakub’un Oğulları’na destek vermiş, Gilead’ın inşasında büyük katkı sahibi Serena Joy (Yvonne Strahovski) gibi… Onun payına da yeni devletin üst düzey yöneticilerinden olan kocasının sözüne ve dayağına tâbi bir eş olmaktan ötesi düşmez.
“Damızlık Kız”, yukarıda belirtildiği üzere Reagan döneminde doğuş buldu. Fakat aradan 30 yılı aşkın süre geçmişken dizi sürümünün belki romanı da solda sıfır bırakacak derecede daha büyük bir kitlesel ilgiye ulaşması nasıl açıklanabilir?.. Elbette tekno-kültürel değişme ve görsel-dijital çağda dizi endüstrisinin yükselişi hesaba katılmalı. Dizinin tartışmasız “can-suyu” oldukları söylenebilecek, roman yayımlandığında her ikisi de 3 yaşında olan başrol oyuncuları, Elisabeth Moss (June Osborn, damızlık adıyla Offred) ve yukarıda mevzubahis ettiğimiz Yvonne Strahovski’nin (Serena Joy) performans yetkinlikleri de atlanmamalı. Ancak kanımca, aynen roman olarak doğuşunda olduğu gibi diziye dönüşümünde de dünyanın gidişatının çağrışımsal etkisi, “Damızlık Kız”ın kitleler nezdinde yeniden yükselişinde kaydedilmesi gereken bir belirleyendir. Ronald Reagan Amerikası’nın ekonomik, politik, kültürel ve dinsel dinamiklerinden esinle çıkış bulmuş kurgu, Donald Trump Amerikası’nda aynı dinamiklerin çok daha başat ve baskın hale gelmesiyle adeta “gerçekleşmiş bir kâbus” gibi ekranlarda patladı. Bu sayfalarda bir başka yazımda, “Ronald’ın koynundan çıkmıştır Donald” demiştim.2 Bununla uyarlıca şimdi de diyebilirim ki “Damızlık Kız”, doğuşunu “Ronald”a, yetişip serpilmesini “Donald”a borçludur! O, Reaganizm’in gerçeklerinden etkileşimle yaratılmış ve bu gerçekleri en uç noktada fantastikleştirmişken, 2016-sonrası Trumpizm’in neredeyse bu uç noktaları hayata geçirecek gidişat sergilemesiyle, bir “gerçekleşmiş distopya” olarak tescillendi. İkinci doğumunu birincisinden daha görkemli yapan budur.
1 – Akt. S. Neuman, “Just a Backlash: Margaret Atwood, Feminism, and the Hadmaid’s Tale”, Universiy of Toronto Quarterly, Cilt: 75, No: 3, 2006.
2 – T. Atay. “Trump’ın gelişi ‘Ceyar’dan bellidir!”, MediaCat, Aralık 2024.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.