Bir döneme damga vuran kült karakter Sıdıka’nın yaratıcısı Atilla Atalay ile karakterin markalaşması, üretim disiplini ve yazarın hayata bakış açısı üzerine konuştuk.
1979 senesinde profesyonel mizah yazarlığı hayatına başlayan Atilla Atalay, kelimeleri ve anlamlarını estetikle başka formlara dönüştürüyor. Yayınlanan 18 kitabında toplumun keskin alışkanlıklarını mizah diliyle hem gönül okşayarak hem de ona ayna tutarak aktaran sanatçı, böylelikle ismini ve hatta yarattığı karakterleri markaya dönüştürmüş durumda.
Evet, mizahın öyle çaya çorbaya her şeye iyi gelen bir hali zaten var. Korkuyu giderdiği, öfkeyi aldığı, güçsüzlüğünüzü kısa süreyle unutturduğu, dolayısıyla iyi bir zırh olduğu söylenebilir. Fakat duygularınız yeterince ortada değilse, olup bitenden ince bir kaygı ve hüzün hatta keder duymuyorsanız; anlamlı, onarıcı ya da tersine yıkıcı hesap soran iyi bir mizahla, ne üretici ne de tüketici olarak karşılaşabilirsiniz.
Bir başka açıdan; romantizmin, duygusallığın bir zırhla gizlenmesi gereken, yalandan rasyonel, güncel deyimle “post truth” bir çağda yaşamamız da başlı başına bir mizah konusudur diye düşünüyorum.
İşinizi yaparken sahip olunması gereken konsantrasyon anlamında belli bir düzeyde rahat bırakılma arzusu, yapılan her iş için geçerli tabii. Gerçi ben, yıllardır ortalama 50 kişinin çalıştığı mizah dergilerinde yazmanın verdiği alışkanlıkla, öyle sessiz bir ortam da aramam pek. Tersine, özellikle mizah yazıları için ortam ne denli kalabalık olursa o kadar iyi ve keyifli, gülüşerek yazarsınız.
Dergilerden bir abimin “hisli hikâyeler, drambolin” adını taktığı öyküleri yazarken, cep telefonlarının izin verdiği ölçüde, dikkatimi biraz daha toplayabildiğim bir ortam arıyorum. Ama her durumda, yazıyla uğraşan bir insanın, zamanının bir kısmını kalabalıkların arasında geçirmesi gerektiğine inanıyorum. Öyküler çoğunlukla kalabalıkta gezer. Birine karışır ya da tanık olur, öyle anlatırsınız.
Majesteleri Eray ve uşağı Sebastian, Sıdıka’dan önce Fırt dergisinde yazdığım bir tiplemeydi. Sıdıka, Latif Demirci’nin çizgileriyle Hıbır’da köşe olarak yer almaya başladı. Aslında mizah dergisi okurları bazında ikisi de yüksek bilinirliğe sahip tiplemelerdi. Hâlâ Eray tiplemesinin kalıbıyla “Sebastian, şunu getir, bunu yap” diyenleri görüyorum mesela. Ama televizyonla birlikte Sıdıka en bilineni oldu tabii. Televizyonun o zamanki gücü malum, o yüzden pek şaşırmadım. “Yaprak Dökümü Dizisi’nin kitabı çıkmış” sanan kitleyi saymazsak, dergi almayan bir grup mizah okurunun bu sayede benim diğer çalışmalarımı da fark ettiklerini varsayıyorum.
Doğası gereği muhalif olmakla beraber, mizah dergilerinin de esasen popüler kültür alanında faaliyet gösteren bir mecra olması bakımından bir yanıyla sorun yok elbette. Ağırlıklı olarak “sanat halk içindir” düşüncesine katılan birisi olarak; bir kişinin daha elinde mizah dergisi, basılı bir yayın, oradan da bir kitap tutmasına neden olursam kendimi mutlu sayarım. Benim kuşağımda ve ardımızdan gelen birkaçında daha okumaya Gırgır dergisiyle başlamış olanlar azımsanamayacak sayıdadır.
Hemen hepsi gerçekte yaşayan insanlardan yola çıkarak yazıldığı için öfkelendiğim de var, çok sevdiğim de. Tarafsız olamadığınız yerler oluyor tabii. Öyküde, senaryoda özellikle, seni yazarken güldüren, mutlu eden, aksiyona daha açık yan tipleri, daha bir özenerek yazabiliyorsun. Bu anlamda, Sıdıka’da Samim’in hocası Yüksek Ninja Baturalp Dinçdarı’yı, Sıkılhan’da Ömür Dayı’yı ve Tüccar Enes Binsatar’ı, Eray’da Sebastian’ı az daha fazla kayırıyorum sanki.
Yazarı çizeri dahil her şey mizahın malzemesidir aslında. O namlunun hangi hırtlığından ya da salaklığından ötürü kime, neye, ne zaman döneceği pek belli olmaz. Toplum olarak tüm zamanlarda bu konuda en verimli topraklarda yaşadığımız açık. Nasreddin Hoca’nın, Aziz Nesin’in, Rıfat Ilgaz’ın, Oğuz Aral’ın torunları, çocuklarıyız. Ama tabii Bertolt Brecht’in şu ünlü sözünü de unutmamak gerekiyor: “Mizahın olmadığı bir ülkede yaşamak kötüdür. Fakat çok daha kötü olan, mizahsız yaşayamayacağın bir toplumda yaşamaktır.” Özetle; her ânı mizah olan bir toplumda yaşamak mizahçı açısından da sanıldığından çok daha yorucu, hatta tehlikeli olabiliyor.
Yazmak, bir “durum” tabii. “Oturayım da dille oynayayım bir güzel” diye bir şey olduğunu sanmıyorum. İçinizden gelir, yazıp çizersiniz, o kadar. Şu var ki, yaşamınızın çoğunu buna ayırdığınızda, dilin katmanları arasında geçiş yapmakta, ses benzeşimlerinde, anlam kaymalarında vb. belli bir deneyim ve buna bağlı bir hız elde edebilirsiniz. Meslektaşlarımdan da gözlemlediğim, kelime oyunlarına dair başarılı örneklerin, hesapsız kitapsız bir püskürme şeklinde ortaya çıktığıdır. Bunun dışında, özellikle senaryo yazarken, ya da öykü içindeki diyaloglarda filan bir deli gibi yüksek sesle kendi kendime konuşup, cümlelerin kahramanın “ağzına oturması” için tuhaf bir mesaim oluyor elbette.
Öğleden sonrası iyidir. Kendi adıma, akşam saatlerinde pek çalışamıyorum. Geceleri de okumak için daha verimli geliyor.
Müzik, çocuklar, yaşlılar…
Geçecek elbet. Seneye bu vakitlerde, her şeyi unutmuş, bankamatiklerde bir arkamızdaki kişinin soluğunu ensemizde hissederiz, kesilen ağaçlara, akan betona Facebook’ta filan yine ağlak kafa işareti koyarak “normal hayat”a devam ederiz diye umuyorum.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.