MediaCat

“Sanattan hiç ödün vermedim”

Usta İşi’nin bu ayki konuğu Sanat Yönetmeni, Koreograf ve Sanat Aktivisti Beyhan Murphy.

“Sanattan hiç ödün vermedim”

Ülkemizde yaşayan eşsiz kadın sanatçılardan biri Beyhan Murphy. Sadece modern dans ile ilgilenmenize gerek yok, sanatla bir tutam bile bağınız varsa, hayata bakış açısından ilham alacağınıza eminim.

Tutkuyla başarılara imza attığınız mesleğinizin ilk kıvılcımını sekiz yaşındayken Kuğu Gölü albümünü dinlerken fark etmişsiniz. Yani hayal gücünüz ilk kez işitsel olarak harekete geçmiş. Peki sonrasında ve bugün, müzik mi görsellik mi yaratıcılığınızı daha çok tetikliyor?

İyi soru! Değişiyor. Bazen tamamıyla müzik bazen de tamamıyla görsel oluyor tetikleyen hatta hayal dünyasındaki bir görsel de olabiliyor, dışarda gördüğüm de. Mesela şu an arkanızdaki duvardaki deliklere bakarken, orayı nasıl bir fotoğraf stüdyosuna çevirebilirim diye düşünmeye başladım. Ama bu tetiklenme, olağandışı ya da sıradışı bir görsel olmalı. Şehir sesleri ise genellikle üstünde çalıştığım bir proje için ses tasarımı yapmak üzere kavramsal fikirleri doğuruyor.

Türk toplumu neredeyse genetik koduna işlenmiş bir müzik ve dans yatkınlığına sahip olsa da, toplum baskısı yüzünden müziği ve dansı ne kadar içselleştirebiliyor?

Geniş bir konu bu. Sanatçıları; görevlerine göre icra edenler ve yaratıcılar olarak ikiye ayırmak lazım. Yaratıcılar; besteyi yapanlar, koreografi yapanlar, kitabı yazanlar, kostümü tasarlayanlar gibi. İcracılarda toplum baskısı konusu çok geçerli olmayabilir. Otosansür denilen bir şey var tüm dünyada; bu otosansür derecesine göre belirleniyor bence bu içselleştirme oranı. Sanatçı ne kadar konuşmak istiyor? Ne pahasına olursa olsun insanlarla iletişim kurmak istiyor mu? Ya da izin alabildiğim yere kadar işimi yaparım mı diyor?

Ben, ne pahasına olursa olsun izleyiciyle iletişim kurulması gerektiğine inanan sanatçılardanım. Bu iletişim bazen büyük bir bulvar ya da bazen minik bir patika olabilir. Bir şekilde o yolu bulmaya, yaratmaya çalışıyorum.

Sahne sanatları ve toplum arasında sokaktan ya da gelenekselden bir bağ kurulurken ne kadar mesafe olmalı?

Az önceki gibi yine yaratıcı sanatçıya dönüyorum bu konuda da; sanatçının kim olduğuna ve hangi metotla iletişim kurmaya, nereden ilhamı, dürtüyü almaya çalıştığına bağlı. Mesafe bazen hiç olmamalı; her şey çok açık ve kullanılabilir olmalı, yani projenin sanat politikasına göre şekilleniyor. Salt sanatçı olmadığım ve aynı zamanda bir direktör olduğum için, yani beynimin sağ ve sol lobları arasında gidip geldiğim için, o iki tarafın da kan akışını çok iyi idare etmem gerekiyor. İki alanda da farklı ölçütler var çünkü…

Mesela bir gerçek var; gişe derdi. Biletleri satmamız lazım, boş salona oynamak için hazırlanmıyoruz sonuçta. İster avantgarde olsun ister soyut ya da somut; bir albeni, bir cezbe yaratmamız lazım eser üretirken ya da işlerken. Şu dönem sergilenen Elektronika modern dans gösterimizin bu kadar popüler olacağını hiç beklemiyordum. Biraz fazla “art” bence ama vurdu insanları. Keza, Güldestan için de geçerli, 2004′ ten beri oynuyor. Çok “art” değil, popüler bir eser ve 15 yıldır izleyicisi var. Dolayısıyla bir ölçüt yaratmak, bir formül belirlemek neredeyse imkânsız bu konuda.

Proje hazırlanırken, hangi aşamada maddi kazanç kıstası projeye dahil oluyor? Yani biraz jargonla sorayım; projenin bir aşamasındaki fikri “satar” ya da “satmaz” kıstasıyla değerlendiriyor musunuz?

Keşke “satma” kelimesinin yerine kullanabileceğimiz başka bir kelimemiz olsa ama yok maalesef. Gişe yapar mı diyoruz bazen ama onu da sahne sanatı olduğu için kullanabiliyoruz. Şöyle ki sonuç itibarıyla burası Devlet Opera ve Balesi, bizim cevap vermemiz gereken üstlerimiz var. Neredeyse bakanlığa kadar giden bir şey ve biz devletten maaş alıyoruz ürettiğimiz sanat karşılığında. Dolayısıyla bu sanatı tanıtmak ve yaymak neredeyse birinci görevimiz. Kendi buhranlarını, depresyon ya da sıkıntılarını sahneye koyarsan eğer; izleyicine bir ya da iki satar, üçüncüsünde bitme ihtimalin doğar.

Biz biraz daha parametreleri daha küçük ilgi odakları alanındayız modern dansta. Her ne kadar daha geniş kitlelere hitap edebilme gücü olsa da modern dansın -çünkü kendinden bahsedebiliyor, güncel olabiliyor, geniş bir spektruma sahip müzikler, dekorlar, konular, vs. sonsuza değin açık. Klasik gibi değil fakat bir yandan fazla bireysel olma ve kendi içinde kaybolma tehlikesi olabilir. Sonuca bağlarsam ben direkt olarak, salt gişe hedefli değilim ama evet, dengelemeye çalışıyorum. Sanatsal niteliğin, her zaman nicelikten öte olması gerektiğine inananlardanım.

İsminiz bir marka, bir referans. Kariyerinizde bir hedef mi bu prestij?

Hiç! Kendiliğinden olan bir sonuç bu. Bilinçli bir şekilde marka olacağım hedefiyle yola çıkmadım. Ben, sadece inandığım şeyler üzerinde sanatsal renk, ekol üzerine kararlı yürüdüğüm için oldu belki. Sanattan hiç ödün vermedim çünkü. Kendimden memnun muyum, hayır hiçbir zaman memnun değilim. Kendi içimde tatmin olamayan, yetmeyen bir yapıya sahibim. Az evvel söylediğim gibi çok hızlı sıkılıyorum, bu da belki iyi bir şey çünkü sürekliliğimi getiriyor olabilir.

İnandığım bir misyon var; Türkiye’de bu işi yapıp, ben gittikten sonra da modern dansın kalıcı şekilde kök salmış olup devam edebilmesi, kendini yeni nesillere aktarabilmesi… Onun için adam yetiştirmeyi çok seviyorum. Daha dün gece evimde, mutfağımdaki masanın etrafında yedi tane genç insan oturup plan program çalışıyorduk, hem bana yardımcı oluyorlar hem de işi öğreniyorlar; bu çok hoşuma giden bir laboratuvar benim için.

Markalaşma ve prestij, sanatçının özgürlüğünü ne kadar kısıtlıyor sizce?

Kısıtlamıyor, daha akıllı seçenekler bulmaya itiyor insanı, daha zeki çözümler bulmaya, daha kreatif olmaya itiyor aynı zamanda. Önüme çıkan bariyerler, engeller benim için kendimi biraz daha zorlamama ve hatta belki markalaşmaya da neden olan olan şeylerdir. Bir karar veriyorum ve sormadan gidiyorum; ben hiçbir zaman ağaçlardan ormanı görmemezlik yapmadım. Ağaçlar kurudu, geldiler kestiler, yaprakları soldu, otlar büyüdü arada; durup bir ağacı dert etmedim, ormanı gördüm hep. Sağlam ağaçlar var mı? Tamam o zaman bu orman yaşıyor! Önemli olan bu. Bunu tercih eden bir insan olduğum için bana savaşçı derler…

Zaman yönetiminiz, disiplininiz nasıl?

Beynimin gün içinde en iyi çalıştığı zaman dilimlerini yakaladım; sabahın erken saatleri. Yataktan kalkıp bir dakika sonra bilgisayar açıp iş yapabilen bir insanım. Gece saatlerini de seviyorum, herkes uyuyup, şehirde bir sessizlik başladığı saatler. Metot olarak beynimin en iyi çalıştığı zamanları biyoritmimle örtüştürüp daha az zamanda daha çok işi verimli tamamlayabiliyorum. Yaş da ilerliyor bir yandan, 60 yaşındayım ve her evrede daha farklı oluyor beden. Gençken beden daha hızlı, akıl o hıza ayak uydurmaya çalıştıkça kullanım kapasitesini artırıyor; sonra yaş aldıkça beden yavaşlıyor, akıl devralıyor öncelikleri.

Bizim işimiz çok takvim işi, sürekli takvimler hazırlıyorum, chart’lar hazırlıyorum. Ve bu takvimleri tüm ekibe yolluyorum çünkü bizim takvimlerimiz görecelidir. Benim takvimim başka dansçıların başka müdürlerin başka… Bu sebeple başarı, sıkı disiplin isteyen bir organizasyonla sağlanıyor. İşletme ve yönetim üzerine zamanı, sözelden daha çok matematik ve geometrik zekâ ile verimli yönetimi sağlayan bir metot bu bahsettiğim. Dijital çağda ben hâlâ hard copy, A4 kağıtlarında çalışıyor, hatta Excel’i reddediyorum.

İşinizin büyük bir kısmı kontrol etmekle ilgili, her şeyi bu kadar ince kontrol etmek hiç bunaltı yaratmıyor mu bedeninizde?

Bazen oluyor. Kontrol manyaklığına kadar varabildiğini biliyorum bu durumun. Fakat aynı zamanda da bu işin doğasında kontrol var, “artistik direksiyon” adı üstünde. Kendinden gelişen bir özellik bu. Ekol açısından bir okul oluşmuş kendiliğinden ve bunu oluştuğu gibi devam ettirmek için sadece kontrol etmek için değil; niteliğini ve karakterini kaybetmemesi için kontrol hep var. Yoksa çok yorucu bir şey kontrol. Kontrolü biraz daha azaltıp, mesela evde kedimle daha çok vakit geçirmeyi dilediğim oluyor. Fakat profesyonellik sevdiğim, inandığım ve gurur duyduğum bir kimlik tanımı zira maalesef eksik; para için yapmak değil aslında profesyonel olmak. Herkesin durduğu yerden devam edebiliyorsanız eğer profesyonel olabiliyorsunuz.

Sanatta başarı, disiplin, şevk, şans ve cesaret tanım yapılır. Peki, cesaretin sınırı nerede olmalı size göre?

Kendi alışkanlıklarını kırma cesareti, kendini büyütme cesareti… Kendini büyütmek için kendini artıların ve eksilerinle tanıman lazım. İşlemeyen taraflarınla, huylarınla, huysuzluklarınla, takıntılarınla… Müthiş bir şey kişinin kendini tanıma süreci. Sahneye çıkmak başlı başına cesaret zaten ama kendini büyütmek çok daha büyük bir cesaret. Egoyu tanımak önemli bu aşamalarda; fazla egonun yeteneğini öldürdüğü kesin. Sınır egoda başlıyor; egonun seni nerede zora soktuğunu, nerede engellediğini, neyin hakiki ilhamdan gelip neyin egonun ürünü olduğu gibi önemli gerçekleri görebilmek kolay değil hatta çok zor. Bunu başarmak için bazen bir ömür geçiyor.

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.