40 yıl mı 40 saniye mi?

Yapay zekâ 40 saniyede içerik üretebiliyor. Peki, sinema, yılların birikimiyle karşı karşıya gelen bu hızla kalıcı olabilir mi? İzleyicide gerçek etkiyi yaratan şey zaman mı, teknik mi?

Dijital  devrim, sanatın neredeyse her katmanına sirayet etti. Artık 40 saniyede, birkaç komutla yapay zekâya bir animasyon yaptırmak mümkün. Peki, bu hız gerçekten etkileyici mi? Yoksa sinema, sabrın, emeğin ve insan elinin izini taşıdığı zaman mı gerçek anlamına kavuşur? Bu sorunun tam kalbinde, 2025 yılı itibarıyla 40’ıncı yaşını kutlayan Studio Ghibli yer alıyor. Animasyon sanatına adanmış 40 yıl ve buna karşılık birkaç saniyede çıkan yapay zekâ ürünü işler… Karar vermesi zor bir karşılaştırma.

Studio Ghibli: 40 yıllık bir efsane

1985’te Hayao Miyazaki ve Isao Takahata tarafından kurulan Studio Ghibli, animasyonu sadece bir anlatı aracı değil, başlı başına bir sanat formu olarak gören nadir stüdyolardan biri oldu. “Ruhların Kaçışı”, “Komşum Totoro”, “Prenses Mononoke” gibi filmleriyle yalnızca Japonya’da değil, tüm dünyada kültürel hafızaya kazındı.

2025 yılı, stüdyo için bir dönüm noktası. Ghibli, 40’ıncı yılını kutlamak için dünyanın en büyük anime sanat müzayedelerinden birini düzenliyor. Heritage Auctions tarafından gerçekleştirilen bu etkinlik, yalnızca arşiv niteliğindeki çizimleri değil, bir dönemin üretim felsefesini de gözler önüne seriyor. Aynı zamanda, “Prenses Mononoke” gibi kült bir yapım, 4K IMAX formatında yeniden vizyona giriyor. Bu, sadece nostaljiye oynayan bir hamle değil; sinemanın dijital çağda da analog köklerine sahip çıkabileceğini kanıtlayan bir manifesto.
Ghibli’nin üretim süreçleri, dijitalleşmeye direnen bir metodolojiyi temsil ediyor. Her kare elle çizilir, karakterler tek tek animatik süzgeçten geçirilir. Renkler, kompozisyonlar ve arka planlar çoğu zaman suluboya ile hazırlanır. Bu yavaşlık, aslında izleyiciyle kurulan bağın temelidir. Ghibli filmlerinde bir karakterin yürüyüşündeki ritim bile o karakterin duygusal yükünü taşır.

Yapay zekâ kalıcı bir etki bırakabilir mi?

Öte yandan, ChatGPT ve benzeri yapay zekâ modellerinin sinema ve animasyon üretiminde kullanımı gitgide yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz aylarda, yapay zekânın Studio Ghibli tarzında ürettiği görseller sosyal medyada viral oldu. New York Times, bu içeriklerin ChatGPT tarafından oluşturulmasının ardından, platforma 150 milyon yeni kullanıcının katıldığını bildirdi. İnsanlar büyülenmişti. Ama bu büyünün kalıcı olacağını söylemek mümkün mü?
Bu görsellerin çoğunda pastel renk tonları, doğa öğeleri, büyük gözlü karakterler ve melankolik bir atmosfer dikkat çekiyordu. Ancak bu estetik sadece bir kabuktu. Oysa Ghibli’nin görselliği, anlatının ruhundan bağımsız değildir. Miyazaki’nin bir karakteri tasarlarken haftalar harcaması, onu izleyiciyle empati kuracak biçimde var etme arzusundandır. Yapay zekâ ise mevcut verileri harmanlayarak simülasyonlar üretir; yani yeni bir ruh yaratmaz, var olan duygunun bir kopyasını çıkarır.

Hayao Miyazaki, yapay zekâya dair düşüncelerini çok net şekilde ifade etmişti. Yıllar önce bir AI sanat demosunu izledikten sonra, bunu “insan ruhuna hakaret” olarak nitelendirmişti. Bu tepki, sadece teknik yeterlilikle ilgili değil; yaratım sürecinin etik, estetik ve duygusal boyutlarını da kapsayan bir duruştu. Miyazaki’nin kendi elleriyle stüdyo çalışanlarına rağmen pişirdiği görüntüler, onun sanatı ne kadar insani ve samimi bir yerden kurduğunu gösteriyor.
Ayrıca Miyazaki’nin Hollywood sistemiyle yaşadığı çatışmalar da bu düşünce sisteminin bir sonucu. Özellikle Harvey Weinstein ile yaşadığı meşhur gerilim, onun sanatsal bütünlüğünden taviz vermediğini açıkça ortaya koyuyordu. “Prenses Mononoke”nin ABD dağıtımında yapılmak istenen kesintilere karşılık, Weinstein’a gönderdiği samuray kılıcı, Ghibli’nin hız ve kâr odaklı sistemlere karşı gösterdiği direncin sembolü haline geldi.

CGI ve sinemanın dönüşümü

CGI, yani bilgisayar üretimli görseller sinemada bir devrim yarattı. “Avatar”, “Avengers”, “The Lion King” (2019 versiyonu) gibi büyük bütçeli yapımlar, görsel efektlerin sınırlarını zorladı. Ancak bu teknik şovlar, kimi zaman hikâyenin önüne geçti ve duygusal yoğunluğu gölgede bıraktı. Ghibli’nin çizgiyle kurduğu dünya, tam da bu sebeple hâlâ bu kadar etkileyici. Orada gölgeler bile elde çizilir, bir karakterin üzüntüsü yalnızca gözyaşıyla değil, renk paletiyle, müzikle, sessizlikle anlatılır.

CGI, çoğu zaman anlatı yerine gösteriye odaklanır. Örneğin “Doctor Strange” gibi filmler, izleyiciyi görsel bir hız trenine bindirir ama geride çok az iz bırakır. Buna karşın “Yürüyen Şato” izleyicisine ev içi rutinleri, yemek yapma sahneleri ve sessiz doğa yürüyüşleriyle dokunur. CGI’daki hız ve gösteriş, Ghibli’deki dinginlik ve derinlikle yer değiştirir.

Sinemanın kalbi nerede atıyor?

Bugün sinema, bir yandan içerik bolluğu yaşarken diğer yandan anlam kıtlığına sürükleniyor. Yapay zekâ, daha fazla içerik üretme vaadiyle geliyor ama “iyi içerik” ne kadar üretilebilir? 40 saniyede hazırlanmış bir yapım, izleyicide ne kadar iz bırakabilir? Sinemanın etkileyiciliği yalnızca görüntüyle değil; zamanla, emeğiyle, niyetiyle oluşan bir derinliktir.

Yapay zekâ ile yapılan kısa animasyonlardan biri olan “An AI’s Dream”, 2023 yılında internette geniş yankı uyandırdı. Ancak kısa sürede unutuldu. Çünkü izleyiciler, görsel olarak etkileyici olsa da duygusal olarak bağ kuramamıştı. Bu da bize gösteriyor ki teknik başarı, tek başına sanatsal etki yaratmaya yetmiyor.

Bu noktada bir başka önemli fark da toplumsal bellekte oluşuyor. Ghibli filmleri nesiller arası bir bağ kurarken, AI içerikleri daha çok tek seferlik bir tüketim nesnesi haline geliyor. “Komşum Totoro”yu anne babasıyla izleyen bir çocuk, yıllar sonra kendi çocuğuyla aynı filmi yeniden izleyebiliyor. Bu süreklilik, teknolojinin değil, insan hikâyeciliğinin ürünü.

Analog sinema farkını nasıl ortaya koyuyor?

Analog sinemanın güzelliği, biraz da onun kusurlarından gelir. Bir karedeki titreme, fırça izleri, renklerdeki dalgalanma… Bunlar yapay zekânın simüle edemeyeceği detaylar. Ve ne yazık ki yapay zekâ hâlâ insan ruhunu tam anlamıyla yansıtamıyor. Ghibli’nin estetiği de sadece göze değil, kalbe hitap ediyor. Onun filmlerinde insan ruhunun yansımaları görünüyor.

Ghibli’nin “Marnie Oradayken” filminde bir pencere önünde geçen 45 saniyelik sessiz bir sahne var: Rüzgârın perdeyle oynayışı, bir karakterin göz kırpışı ve denizden gelen seslerle oluşturulan bu sahne, izleyicide tarifsiz bir his bırakıyor. Aynı sahneyi yapay zekâ üretseydi, muhtemelen birkaç saniyede geçilirdi; çünkü hız çağında sessizlik, artık “gereksiz” olarak görülüyor.

40 yıl mı, 40 saniye mi?

Yapay zekâ hayatımızın bir gerçeği: Reddedilemez, durdurulamaz. Ama sinemanın özü hızda değil, yankıda yatar. Bugün bir içerik viral olabilir ama yarın hatırlanmaz. Oysa Ghibli’nin 40 yıllık yolculuğu, bizlere zamanın da bir anlatım aracı olduğunu kanıtladı. Belki de mesele, “hangisi daha hızlı ya da kolay” değil; “hangisi daha kalıcı” sorusunda gizlidir.

Sinemada yönetmenin belki de en önemli görevlerinden biri, zamanı heykel gibi yoğurmak, onu sahnenin ritmiyle bir tutarken asıl duyguyu da kaçırmamak. Peki, bu zahmetli ve derin yolculuğu yapay zekâ 40 saniyede yapabilir mi?

İlgili İçerikler

Parolanı mı unuttun?

Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.

Your password reset link appears to be invalid or expired.

Giriş

Gizlilik Politikası

Add to Collection

No Collections

Here you'll find all collections you've created before.