Bülent Mumay, görev değişiminden hemen önce MediaCat’e konuştu.
Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Basın Enstitüsü’ne (IPI) bağlı Güneydoğu Avrupa Medya Örgütü (SEEMO), 2013 SEEMO İnsan Hakları Ödülünü alan Hürriyet gazetesi web koordinatörü Bülent Mumay, iki gün önce sürpriz bir görev değişikliği ile dijital medya koordinatörlüğüne getirildi. Bu ödüle, ‘Yetkililerin baskısının yoğunlaştığı dönemde, insan hakları odaklı editoryal yaklaşımı’ nedeniyle layık görülen Mumay, yaklaşık iki yıldır sürdürdüğü görevini Emre İskeçeli’ye devretti.
Sosyal medyada da çeşitli spekülasyonlar yaratan bu görev değişiminden sadece birkaç gün önce MediaCat‘in Şubat sayısı için söyleşi yaptığımız Mumay, Hurriyet.com.tr’nin yeni projelerinden Gezi ve yolsuzluk sürecine, dijitale yapılan reklam yatırımından basın özgürlüğüne uzanan sohbetimiz sırasında, Mart ayında hayata geçirecekleri, henüz sır gibi sakladıkları büyük projeden de heyecanla bahsetmişti.
Özellikle son dört-beş yıldır bütün teknolojik ürünlerde, cihazların kendilerinde, yazılımlarda, tasarımlarda çok ciddi şekilde sadeleşmeye doğru bir gidişat olduğunu fark ettik. Ayrıca tasarımlarda yataydan çok dikey sayfalara yönelik bir eğilim olduğunu gördük. Bizdeki tasarım, eskiden çok çok daha yoğun olarak ilk ekran dediğimiz alana bütün trafiğimizi ve en önemli haberlerimizi sıkıştırmaya çalıştığımız bir yapıdaydı. Bu tasarımı ise daha dikey, haber sayısını farklılaştırabileceğimiz, yeni gelenin üste çıkacağı fakat eskilerin de sayfanın içerisinde Twitter, Facebook‘taki timeline mantığında olduğu gibi dikkat çekeceği şekilde tasarladık ve gayet de memnun kaldık.
Tasarım değişikliklerinde istediğiniz kadar iyi bir şey yapın her zaman yarattığı yüzde 20-30’luk bir kullanıcı veya sayfa görüntüleme düşüşü vardır. Biz ya bu tasarımı çok yumuşak bir şekilde yaptık ya da okur çok yadırgamadı ki hiçbir düşüş olmadı. Aksine, akabinde Türkiye’de yaşanan aktüel gelişmeler bizim haberciliğimizle bir araya geldiğinde, bir düşüş olmadığı gibi üzerine çıkmamıza yol açacak bir tasarım değişikliği oldu. Yatay ve yumuşak bir geçiş oldu.
Siyasette, medyada bütün oyun kuralları şunun üzerine kurulur: Baskın grupları sizin üzerinizde baskı kurmaya çalışır. Reklamveren de bir baskı grubudur. Reklam vermektedir ve size yaptığı ödemenin karşılığında da kendi aleyhinde bir haber görmek istemez. Ekonomi dünyasının internete bakışında şizofrenik bir durum olduğunu düşünüyorum. Bir; bütçelerini buraya kaydırmak konusunda yeterince cesur değiller. Çok ciddiye almadıkları gibi bir hissiyat doğuyor bütçe ayırma konusunda. Fakat internette bir haber çıktığında ise panterleşiyorlar. Ciddiye almıyorsanız, aleyhinizde çıkan bir haberle ilgili niye bu kadar hassassınız? Bu kadar hassassanız, bu duyarlılığınızın bir karşılığı var demek ki. Bir erişim var ve bu bilgilerin, haberlerin birilerine erişmesiyle ilgili bir hassasiyetiniz var. O zaman neden buraya yatırım yapmıyorsunuz?
İlk zamanlar daha radikal şekilde karşı çıkarken, şimdi daha işbirlikçi davranıyor reklamveren. Muhtemelen çok daha iyi bir yere varacak çünkü ülkedeki genç nüfusun, ülkedeki internet penetrasyonunun farkındalar. Bu ülkedeki kadar hızlı yayılan sosyal medyanın bu kadar hızlı yargıya dönüştüğü başka bir ülke olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla daha fazla ciddiye almaları gerekiyor. O anlamda sanıyorum bir eğilim var ama henüz yeterli değil. Ben buna baskı demek istemiyorum, rahatsızlığını iletmeye çalışıyor ama bir orta yol bulduk herhalde.
Sadece birkaç gazete değil, bir elin parmaklarından fazla sayıda gazete çıkaracak kadar içerik üretiyoruz. 8-10 gazetelik içerik oluşturmanın yanı sıra çeşitli yelpazelerdeki gazetelere manşet üretebilecek farklılıkta başlıklar da çıkıyor. Yani mütedeyyin kesimin de ilgi alanına girebilecek ve o gün, o sırada bu ülkedeki herkesin okuyacağı bir haberi koyabildiğiniz gibi, sadece Gezi hassasiyeti olan, sadece yolsuzluk hassasiyeti olan insanların da alıp manşet yapabileceği şeyler yapıyoruz. En büyük şansımız da o.
Bu biraz Sultanahmet köftecisine köftesinin sırrını sormak gibi. Ama bu saklanabilir, gizlenebilir bir şey değil, bu işin bir püf noktası yok. Çünkü yaptığımız mal, gizlediğimiz bir şey değil. Gazeteciler yaptıkları malı sergiler. İki şeye çok önem veriyorum. Bir; interneti kağıt gazete yapar gibi yaparsanız, kağıttan çok farklılaşamazsınız. Kastım şudur: Ben haberi veririm ve geri çekilirim duygusu, internetin size sağladığı bütün avantajları kullanmamanız ve o nimetin sizi çarpması anlamına gelir. İnternet çift taraflı bir otobandır ve okurla angajman yaratmadığınız sürece, bu etkileşimi iki taraflı yapmadığınız sürece, internet gazeteciliği yapmanın bir anlamı yoktur. Biz bu anlamda okuru işin içine daha fazla katmak için çeşitli adımlar attık. Okurla etkileşimi artırdık. Şu anda detayını veremeyeceğim, dünyada karşılığı olmayan, Mart ayında hayata geçireceğimiz bir proje üzerinde çalışıyor yazılım ekibimiz. Tasarım ve projelendirmesi bitti, şu anda yazılımı yazılıyor. Yani okuru işin içine katma anlamında küçük adımlar attık ama en büyüğü Mart ayına doğru geliyor.
“Okuru işin içine katma anlamında en büyük adım Mart’ta atılacak”
İkincisi; sosyal medyada hızlı haberler tüketiliyor ama sosyal medyanın bize sağladığı şeyler var. Tamam gazeteciyiz, medya kuruluşlarında çalışıyoruz ve bize belli kanallardan, ajanslardan haberler yağıyor. Fakat neyin tutup tutmadığını kağıt yaparsanız göremiyorsunuz ve internette de tek yönlü gazetecilik yaptığınızda oradaki nabzı ölçmeniz mümkün değil. Bizim önümüzde, normal haber ajanslarının yanı sıra bütün sosyal medya kanalları da açık. Ve insanların konuştuğu, bizde karşılığı olmayan içerikleri görmek çok kolay oluyor. Örneğin, Gezi sürecinde, kafasına gaz bombası gelen ve şu anda hâlâ komada olan Berkin’in doğum gününün olduğu gün. Haberimiz yoktu bundan. İnsanlar Berkin için çeşitli mesajlar, fotoğraflar koyup o hashtag’in altında yayınlıyorlardı. Dilek feneri uçuracaklarmış. Bunu duyar duymaz, saati ve yeri öğrenme şansımız oldu, bir muhabiri gönderdik, o muhabir klasik gazeteciliğini yaptı. Gitti orada ailenin duygularını dinledi, fenerlerin fotoğrafını çekti vesaire. Biz internette insanların bunu konuştuğunu görünce, bu habere internette ağırlık verdik, sosyal medya hesaplarımızda paylaştık, insanların gönderdiği doğum günü mesajlarını galeri yaptık, yayınladık. Bu işin sırrı sanıyorum ne konuşulduğuna tanık olmak, kulak kabartmak, elinizin o nabzın üzerinde olması, bir de oradan gelen geri dönüşlere, o içeriğe yer vermek. Bu sayede sahiciliğinize insanlar inanmaya başlıyor bir süre sonra.
Oran olarak bir değişiklik yok. Şu olabilir, eskiden galeriler sadece fotoğraf odaklı, sadece soft işlerin konuşulduğu, soft işlerin verildiği alanlar olduğu için siz onlara tıklamıyordunuz. Ama şu anda biz sizin de bakabileceğiniz, upuzun bir metni olan bir haberin, iyi de görselleri varsa, öyle vermeyi tercih ediyoruz. Bizim trafiğimizin kaçının galeriden kaçının haberlerden geldiği belli ve oranlarda o anlamda hiçbir değişiklik yok. Hatta yüzde 2-3’lük düşüş var. Reklamverenin de IAB’nin de ciddiye aldığı şeyin Gemius olduğunu ve Gemius’taki alt kırılımları çok iyi biliyoruz. Ve bizim için en önemli olan, oradaki reklamverenin önemsediği bütün gruplarda birinci olmak. O bizim için çok anlamlı. Açıkçası orada 12-17 yaş arasında birinci olmayı tercih etmiyoruz. Tercih etmediğimiz için de o, tarzı bilindik foto galerilerden kaçınmaya çalışıyoruz.
“Açıkça tehdit edilmek hakikaten canınızı sıkıyor”
Bir gazeteci olarak benim için çok keyifli. Çok şikayet ederiz haber yapmaktan, yorulmaktan. Açıkçası bugüne kadar ‘yorgunum’ dediğim günler yalanmış. Şikayet etme şansım yok, haber çeşitliliği iyidir. Fakat sıkıntı, gelen tehditler. Az önce reklamverenler nezdinde söylediğiniz şey çok hafif kısmı ve o, diyalogla çözülebiliyor. Ama haber yapılmasının önüne geçmek isteyen, zaman zaman e-postalarla, telefonlarla zaman zaman bazı kurumlar tarafından desteklendiğini açık açık bildiğiniz insanlar tarafından açıkça tehdit edilmek hakikaten canınızı sıkıyor.
18 yaşımda girdim bu binaya, şu anda 36 yaşımı bitirdim. Hayatımın yarısı bu binada geçti. Ben bu binaya düzeltmen olarak girdim ve çeşitli birimlerde çalışıp şimdi hurriyet.com.tr’yle ilgileniyorum. Sanıyorum son bir buçuk yıldır özgür çalıştığımız kadar hiç çalışmadık. Ben işimi yapıyorum. Bir gün işverenim benimle çalışmak istemezse, oturur el sıkışır ayrılırız. Hem işveren hem de editoryal anlamda muhteşem bir yerdeyim. Direnç dediğiniz şey çok çalışmaksa biz çalışmaya devam ediyoruz. Yayın politikamızda bir kırılma gördüğünüz zaman direnmediler de diyebilirsiniz. Biz işimizi yapmaya devam ediyoruz.
Geçmiş yıllarda kimlere verdiklerine baktım. Listede 12-13 kişi ve kurum daha vardı. En son geçen sene Suriye’de kaçırılan Türk kameraman Cüneyt Ünal ile Beşir Kadumi’ye verilmişti bu ödül.
“Bu ödülü aldığım için utanıyorum”
Onlardan önce verilen insanlara baktığımda, bu sene bizim almamıza gerekçe olan şeylere çok yakın gerekçelerle verilmiş. Çok açık söyleyeyim bu ödülü aldığım için utanıyorum. Şu yüzden utanıyorum: gerçekten yaptığım tek şey olanı yazmaktı. Yani yaptığımız şey, arkadaşların yaptığı ve yazdığını yayınlamaktı. Çok acıdır ki bu ülkede olanı yazıyor olmak ödül verme sebebine dönüşmüş. Mutlu etmedi mi? Tabii ki etti. Ama hakikaten ben bir şey yapmadım o ödül için. Yaptığım tek şey buranın editörü olarak, buradaki 300 küsur insanın ürettiği içerikleri belli bir denge, okur kitlesinin çeşitliliğine göre bir hiyerarşi içerisinde vermekti. Çok mutlu oldum tabii ama keşke basın mensupları olarak daha insanüstü çabalarla bu ödülleri almaya hak kazansak.
Şöyle okuyorum; değerlendirme yapacaklar için çok güzel bir tablo çıkıyor ortaya. Eskiden Türk matbuatıyla ilgili daha büyük genellemeler yapma şansınız vardı. 90’lar medyasıyla ilgili, işveren ilişkileri, sahiplik oranları vesaire ile ilgili söylenebilecek total ve tekil laflar vardı. Bugün öyle güzel bir tabloya geldi ki, iyi ve kötü o kadar net ayırt edilebiliyor ki, yani konjonktürel manşetler, insanların neyi ne zaman söyledikleri, ne için yazdıkları çok net ve çok daha kolay anlaşılır hale geldi. Çünkü arşiv denen şey çok kıymetli. Özellikle internet gazeteciliği yaparken her geçen gün yeniden anlıyoruz. Dünü çok hızlı unutuyoruz ama önümüzde bir arşiv var ve insanların dün ne dedikleri, bugün ne manşet attıkları çok net görülür hale geldi.
“Bir gazetenin bir yılda üç kere sahibi, üç kere künyesi değişmez”
O yüzden ben, pozitivist bakmıyorum, sürekli ileriye doğru bir çizgiye gidildiğini savunmakla beraber, ben insanların iyi ve kötüyü ayırt edebilecekleri şekilde, ülkedeki kötülerin varlığının şu anda iyi olduğunu düşünüyorum. En büyük problem medya sahipliğinde şudur, bir yerin sahibinin kim olduğunu bilmiyor olmak çok tehlikeli bir şeydir. Bakın bu ülkede televizyon sahipliği için RTÜK kurulduktan sonra bir insanın televizyon ve radyoya ortak olabilmesi için Başbakanlıktan bir güvenlik belgesi alma zorunluluğu getirildi. Bu iyi bir şeydi; sahibinin kim olacağı, bu insanın bu ülkede televizyon sahibi olmaya ehil olup olmadığı, ticari ve siyasi geçmişine bakıldığı… Bu ülkede gazetelerin sahiplerinin kim olduğunu çoğunlukla bilmiyoruz ve çok sık el değiştiriyorlar. Bu çok ciddi bir sıkıntı markalar için. Yani bir gazetenin bir yılda üç kere sahibi, üç kere künyesi değişmez. Çünkü bu, orada çalışan editör için de muhabir açısından da kimlik anlamında çok ciddi soru işaretlerine yol açar. Ben bunu biraz sorunlu buluyorum.
Devletin şu anda medyada oyuncu olması -devletin etkide bulunduğunu söylemiyorum- devletin bizzat ortağı olduğu bir medyanın varlığı ciddi soru işaretidir. Devletin medya kuruluşlarının içerisine siyasileri yerleştirerek reklam pastasının bir kısmının direkt oraya gönderilmesini sağlaması çok ciddi bir kural ihlalidir. Dünyanın hiçbir yerinde de bunu yapamazsınız.
“Devletin medya kuruluşlarının içerisine siyasileri yerleştirerek reklam pastasının bir kısmının direkt oraya gönderilmesini sağlaması çok ciddi bir kural ihlalidir. Dünyanın hiçbir yerinde de bunu yapamazsınız.”
İki ay kadar önce İzmir’de bir toplantıda, memlekette ne olup bitiyor, medya, gelecek gibi bir şeyler konuştuk, orada insanların çoğunun birçok şeyden şikâyetçi olduğunu sezinledim. Peki niye sesinizi çıkarmıyorsunuz diye sorduğumdaysa herkes ürkek. ‘Sizin başınıza neler geldi gördük, kimbilir bizim başımıza neler gelebilir’ gibi bir endişe içerisindeler. Tarihte burjuvazinin çok ciddi bir rolü oldu. Burjuvazinin neleri dönüştürdüğü tarih kitaplarında çok net var. Ama bu bir cesaretle oldu. Oradaki giyotini gördüler. Fakat giyotin riskini alarak bir şeyler yaptılar, bir şeyleri değiştirdiler. Sanıyorum günlük, kişisel, kısa vadeli çıkarlar uğruna Türkiye burjuvazisinin henüz öyle bir cesareti yok. Çünkü Türkiye’de devlet fazla müdahil. Normalde devlet regülatördür. Türkiye’de devlet regülatör değil ne yazık ki. O anlamda tarafsızlık da, bakınız son operasyonda artık ne kadar tarafsızlık olduğu su götürmez bir gerçek- dolayısıyla ürküp topa girmiyor. Topa girmedikleri zaman da bu riyakâr sistemin bir parçası haline dönüşüyorlar. Açık söyleyeyim, sonradan itiraz etme hakları olmaz ve tarih bunları unutmaz. Yani bir öncü rol üstlenmesi gerekiyor ülkedeki iş dünyasının da. ‘İki ihale daha kapayım’, ‘şurada bir tane daha toplu konut yapayım’ güzel, hakikaten hızlı zenginleştiren süreçler ama ben hafızaların kolay kolay silinebileceğini ve insanların bunları kolay kolay unutabileceğini düşünmüyorum.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.