Hayal gücü ve sezgi reklamcılığı bitiyor

“Gerçek kamuoyunu ya da kamuoyu gerçeğini kaybetti insanlık. Gelecekle ilgili konuşulması gereken en önemli şey bu” diyor Serdar Erener ve ekliyor: “Kamuoyu editörlerin haber doğrulattığı, kaynak teyit ettiği, sağlamasını titizlikle yaptığı haberle oluşurdu. Şu anda deepfake, algoritma, AI şu bu… Gerçeği kaybettik. Ontolojik bir problem yani.”

Hayal gücü ve sezgi reklamcılığı bitiyor

Ben hayatımda senden daha heyecanla bu işi yapan birine rastlamadım. Şimdi de ben reklamcılık konuşmak istemiyorum diyorsun. Nasıl geldin bu noktaya?

Bu iltifat için teşekkür ederim. Ben hakikaten 85 Ağustos’undan belki salgının başladığı zamana kadar bu işin mantığını, felsefesini, bilimini, sanatını, zanaatını; çok severek, çok uğraşarak, çok öğrenmeye çalışarak, bilfiil yaparak yani elime kalem alıp yazarak, çizerek, resmederek, çekerek falan… İçine kendimi gömdüm. Bu yüzde 100 doğru.

Sözünü kesiyorum, Eli Acıman’la bir söyleşi yapmıştım. Verdiği iki söyleşiden biridir. Beğendiğiniz reklamcılar kim demiştim. Serdar Erener’i beğeniyorum çünkü o çocuk kendini değil işini ciddiye alıyor demişti.

Bana da söylemişti bunu… Yalnız ben geçmişle ilgili biri değilim… O yüzden bu sohbet biraz talihsiz bir sohbet! Benim için bugün var, yani şu an…

Keşke hepimiz öyle olabilsek…

Bu benim günlük hayat gerçeğim. Biraz çocuk gibi yaşamak diyelim belki de.

Spontane yani…

Her şey başıma geldi gerçekten. Ben sadece içine düştüğüm durumlardan hep bir sonraki daha iyi durum için refleks göstererek çıktım. Şu Alamet hikâyesi bile. Bir şeye kızdığım için oldu. Diğer iş bir arkadaşım teklifte bulunduğu için oldu (Cereyan Medya). Öbür iş partnerim iş kurmak istediği ve beni de içinde görmek istediği için oldu (Rabarba). Sonra bir gün baktım, ya bu reklam filmleri tam istediğimiz gibi olmuyor mu, acaba kendim mi çekmeye kalkayım dedim. Hep böyle…

İhtiyaçtan diyorsun…

Can havli diyebiliriz! İşi seviyorum, can havliyle yapıyorum, kendimi bir oyun odasında gibi hissediyorum. Hep öyle hissettim yani. Ama işin özünde bir çarşı yeri var. Pazarda tezgâhın üzerine çıkmış çığırtkan iki adam var. İki adam da bağırıyor. Hangisi daha esprili, daha güzel bağırırsa, oradan geçen ve alışveriş yapan teyzeler ona bakıyorlar. İşimiz bu. Hüsnü tabirlerle süslemeye gerek yok. Yaratıcılık maratıcılık… Benimle ilgili olarak o dediğine katılırım ama.

Kompliman olarak almıyorum. Eşek gibi çalıştım, çalıştık. Anima Mehmet bize eşek kafası hediye etmişti bunun için. Çok severim onu da.

Peki neden durdun?

Durdum değil, fren yaptım. Parçası olduğum düzeneğe baktım. Düzen bile diyemeyiz çünkü. Düzen dersek sanki düzenli bir şey var gibi olur. Halbuki düzenli bir şey yapılmıyor. Dünyada markete konan gıdanın yüzde 40’ı çöpe gidiyor. Hiç giyilmemiş tişört dağları Afrika’da yakılıyor. Akıl işi değil çoğu şey. O yüzden geçen gün bir konuşma yaparken insanlık tarihi kluge dedim. Yani işlememesi gerektiği halde işleyen şey! Gecekondu aslında. Bir planı, bir öznesi, bir yapıcısı yok. Ama bazı temel nosyonlar etrafında oluşuyor gecekondu. Kâr etmek mesela böyle bir nosyon. Kluge’nin şu anda tam olarak nasıl işlediği konusunda tekrar etraflıca akıl yürütmeye başladım. Tetikleyen şey doğruya doğru küçük bir çocuğumun olması. Hatta yakında inşallah dede olacak olmam. Ben 1800’den bu yana, benim de parçası olduğum düzeneğe bakıyordum. İşliyor gibi gözüküyordu. Ama bir de ekonomist arkadaşların externalities dediği şeyler var. Olup biten her şeyin neden olduğu fakat hesaba katılmayan şeyler. Bu da beni insan-tabiat ilişkisinin aslında nasıl kurulduğuna, daha önce ve ondan da önce nasıl kurulduğuna götürünce… Şöyle bir durdum. Durum binary. Ya sıfır ya bir. Ya hakikaten sıfıra doğru gidiyoruz ve uyuyoruz ya da bu sıfıra gittiğimizi söyleyenler…

Yanılıyorlar…

Pelin ben hep şunu sordum kendime: Tam olarak ne oluyor? Kendimizi hiç kandırmadan. Benim hayat sorum bu.

Yaşıyoruz sonuçlarını zaten hepimiz…

Bizim meslekte de oluyor ya bu. Müşteriye bir şey anlatıyorsun. O öyle değil diyor. Niye? Dün ben birisiyle konuştum, tam aksini söyledi. Ya baba o senin tekil tecrüben! Nasıl genellersin?! Bizim mesleğin en sevdiğim taraflarından biri “scientific method” denen şeyi kullanıyor olması. İnsanlar nasıl davranıyor? Ortalama insan davranışı bilgisi çok değerli. Öbür türlü insan sadece kendi sezgisine gözlemine kalır. O da kapsayıcı olmaz. Bir taraftan da sezginin inanılmaz iş başında olduğu bir iş bu reklam. Bana 40 senedir soruyorlardı: Bu reklamın işe yarayacağını nereden biliyorsunuz? Test edelim mi? E edin… ama bizim dediğimizin dışında bir şey çıkacağını sanmam. Tabii bu işler de çok değişti. Seneler evvel banka şubelerini hiç sevmem diye reklam yapmıştık. Akın abi (Öngör) onayladı. Sonra tereddüt etti. Test ettik. Millet alkışladı. Yayınlandı, çok sevildi. Ama sana şunu söyleyeyim, bugün öyle bir reklam yayınlansa muhtemelen sosyal medyadaki rakip troller, canı sıkılanlar dahil elinde cep telefonu olan bütün vatandaşlar öyle şeyler yazabilir ki banka, “Ya biz bunu yayından kaldıralım” diyebilir. Reklam yaptıran gölgesinden korkuyor artık. Gelecekle ilgili konuşulması gereken en önemli öbür şey de bu Pelin. Gerçek kamuoyunu ya da kamuoyu gerçeğini kaybetti insanlık.

Belki de reklamın etkisini yitirmesinin nedeni de budur… Yıllar önce Bob Geldof Cannes’da bir konuşma yapmıştı. Biz sanatımızı kullandık, Live Aid yaptık ama bizim gücümüz bu kadar, siz kitleleri etkileyen şeyler yapıyorsunuz, lütfen bir ucundan tutun, siyasetçileri ikna edecek şeyler yapın demişti…

Sence Bob Geldof’un harika gibi duran bu cümleleri gerçek mi? Ben sana söyleyeyim. Değil!

Yani ikna olmaları imkânsız mı diyorsun?

Eğri oturup doğru konuşalım. Biz, bir şeyi daha çok satmak isteyen, daha çok kâr etmek isteyen birilerinin hizmetindeyiz. Ben tam tersini söyleyeceğim sana. Bob Geldof’lar yapabilir ancak onu. Onlar yapmaya devam etsin.

Onlar da yapamadıklarını söylüyorlar ama?

Müzik en büyük kaldıraç. Onun oluşturacağı etki alanı affedersin ama reklamcıların topunun yapacağından daha büyük olur. Reklamcıya işi versen, zaten o da Bob Geldof’a gidecek!

O kamuoyunu etkiliyor ama siyasetçiyi etkilemiyor…

Siyasetçiyi kim etkiler?

Kim?

Ben sana söyleyeyim, şirketler. Nokta.

Şirketler en büyük güç. Hele bugün. Bir kadın var, meşhur bir kitap yazdı. “Surveillance Capitalism” diyor. Bir başkası “tekno feodalite” diyor. Üç beş şirket bütün insanlığın gelecekteki davranışlarının bilgisine sahip. “Behaviour surplus” diyor kadın buna. Biz kısmen sezgiyle kısmen kişisel gözlemle kısmen istatistik bilgiyle birilerinin aklını, gönlünü çelmek için resimler, şekiller, sesler, şunlar bunlar yapıyorduk, bunları markaların hizmetine sunuyorduk, değil mi?

Evet?

E şimdi böyle bir alan kalmadı ki… Sezgi ve hayal gücüyle yapılan reklamın objektif zemini…

Kaydı… Kalacak mı reklamcılık peki?

Birtakım ürünler ve hizmetler standart şekilde üretildiği, birileri de onları markaladığı ve etiketlediği sürece kalacak. O etiketsiz ve markasız dünya benim ekolojik ütopyada olur ancak!

Bakın burada bir köpek markasının internet reklamı var. Amanda diye bir marka. Markanın moda tabirle farklı personalara dokunan başlık ve görüntüleri var. Her birinde bir hayvan resmi bir de laf. Reklam zaten budur. Bir laf, bir görüntü. Şimdi görüntülerde ve laflarda nüanslar var…

Farklı kişilere…

Dokunsun diye. Ama esası aynı reklam. Şimdi bakın reklam iş kolunda bu nüansları tek tek hesaplayacak, yazacak, resimleyecek insan bulamazsınız! Bu iş ancak yazılımla, algoritmayla, yapay zekâyla olur! Zaten de öyle olsun.

Doğru…

Netice veriyor mu? Veriyor. Adı da çok havalı: dynamic creative content. Bakın Meta da “make a video” diye hizmet sunuyor. Herkesin video yapabildiği, kendini Insta’da TikTok’ta geceden sabaha ünlüye, satıcıya dönüştürdüğü ortamda markalar ne yapıyor? Onlarla reklam yapıyor. Bu daha da çoğalacak bence. Çünkü işliyor.

Bu medya tüketiminin de değişmesi değil mi aslında?

İşte bir şeyler oldu. Kluge yeni bir şekil aldı. Zanaatkârın sanayi üretimine yenilmesi gibi bir şey bu. Biz de zanaatkârız çünkü.

Senin Yuvam Dünya konferansını izledim. Orada yeni mitler oluşturmamız lazım diyorsun. Açar mısın?

Onbin yıldır olan şeyi anlattım. Önce tabiat güçlerine tanrılık atfetmişiz. Sonra tanrı tabiatı yaptı demişiz. Sonra tabiat insanın emrinde demişiz. Sonra teknolojiyi hatta Elon Musk’ı insanlığı kurtaracak tanrı gibi görmeye başlamışız. Şimdi burada kendimize bir ayar vermemiz, haddimizi bilmemiz ve tabiatı öne alıp onunla ilişkimizi eşitler seviyesine geri getirip kendimizi kurtarmamız gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de yeni bir mitoloji gerek. Çünkü akıl duyguyla çalışıyor. Hikâyeyle çalışıyor. Çünkü aslında bir distopya yaşanıyor ve bir ütopya gibi paketleniyor. Bunda kimsenin doğrudan tek başına kabahatli olduğunu da söyleyemeyiz. Üzücü olan da o. İlla varsa biri dünyanın dev şirketleridir. Hikâye edersek antagonist onların CEO’larıdır.

Reklamcılar da buna katkı sağlamıyor mu?

Reklam yancı bir işkoludur Pelin. Merkezde durmaz. Üretimin de hizmetin de kurgulayıcısı o değil. Biz tezgâhtarlığını yapan, reklamını yapanlarız. Kendi ivmemiz, özgül ağırlığımız yok. Bob Geldof’un dediği o yüzden boş laf!

Reklamcılar bir araya gelip şirketlerin çıkarları hilafına yayın mayın yapabilir mi? Yapamazlar. En basiti işlerini kaybederler. Kim bu konuda dünyaya bir şey söyledi? Greta Thunberg adında küçük bir kız. İklim kriziyle ilgili yazan çizen, çeken bir reklamcı bilmiyorum ben dünyada…

Droga mesela?

Droga ne yaptı? Şirketi sattı. Paraya boğuldu. Sesi kesildi. Öyle olur. Yalan mı?

Evet, doğru.

New York su işini diyorsun…

Tap Project.

Bana oksimoron gibi geliyor bu. Reklamcının kendini iklim krizi karşıtlığına vermesi… Ancak dışına çıkarsan olabilir.

O da zor.

Benim patinajım da şu anda tam da bu. Bir taraftan kendimi iklim kriziyle ilgili bir cümle kurmaya vermeye çalışıyorum. Ama kendimce bir yoldan. Ne biliyorum, ne seviyorum diye baktım. Kelimeleri bir araya getirebiliyorum. Görüntüleri bir araya getirebiliyorum. Olmayan canlılar dizayn etmekle ilgili tutkum var. Cellocan’ı, Arçelik’in Çelik’ini, Bonus Kafalar’ı, şunu bunu yapmışız. İkonsuz olmaz bu iş demişiz. E müziğin içindeyim, karım ve kardeşim nedeniyle. Hikâye anlatmayı öğrenmişiz, çok kısası da olsa. Animasyon en sevdiğim şey. Bunları blender’a atınca…

Buldun mu bir şey?

İnsan-tabiat ilişkisini inceleyen mi diyelim, irdeleyen mi diyelim… Biraz bugün, biraz dün, biraz da gelecekle ilgili müzikli bir oyun yapma hevesimiz var.

Aa! Çok güzel. Nil’le birlikte mi?

Tabii, Nil’le beraber.

Bu bir çocuk oyunu değil?

Değil, bir sahne eseri ama videolaşmasını da hedeflediğimiz bir sahne eseri. Bir ayağımı reklam videosu yapmaya koymuşken, öbür ayağımı da işte bu tamamen müfredat dışı faaliyete koymaya çalışıyorum.

Gidişatın beni götürdüğü yer diye düşünüyorum. Bana sorsan şu 30-40 seneyi başka türlü nasıl yaşamak isterdin diye…

Tam da onu soracaktım.

Ben kafadan Pixar ya da Dreamworks’te çalışmak isterdim. İçinde gerçek insanların oynadığı şeylerden çok hayal mahsulü canlıların olduğu şeyler bana daha tahrik edici geliyor. Kendimi en çok özdeşleştirdiğim tip de Shrek! Get out of my swamp! (Çıkın bataklığımdan!) diye kovuyor ya herkesi… O benim çünkü insan sevmez tarafımı gıdıklıyor. Hem insanlara yıllarca bir şeyler satmaya çalışmışsın hem iklim krizi diyorsun, nasıl insan sevmezsin diyeceksin. O da benim içimdeki çatışma işte. İşte de bana yıllarca söylendi. Abi geçen sefer öyle dedin, şimdi böyle diyorsun diye.

Bana da hep diyorlar.

Walt Whitman’dı galiba. “Do I contradict myself? Very well then. I contain multitudes” demiş. Ben de onu diyorum. Zorlanıyorum. Ortadan bölünüyorum. N’apalım? Hamama giren terler.

Burada tabiatın içinde toprağa bağlı yaşamak nasıl etkiledi seni?

İnsanlık o kadar büyük bir tufaya düşmüş ki Pelin… Maslow’un ihtiyaç piramidi var ya, o piramidin en altında duran şeyleri karşılama biçimimiz büyük bir değişim, dönüşüm geçirmiş ama bu kimsenin hayrına olmamış. Burada meyveyi, sebzeyi, balı, zeytini, elektriği kendimiz üretip, kendimiz -kendimiz derken Aynur Hanım’ın olağanüstü becerisini kastediyorum- tüketince, bir zamanlar kluge’nin daha iyi işlediğinden emin oldum. Şu anda kendimi ilişkilendirdiğim kavramları söyleyeyim: Back to the land movement, agrarian society, degrowth. Bunların en radikali degrowth. Sana daha önce de söylemiştim. Büyüme değil de büyümeme ekonomisi. Şu andaki mitoloji büyüme, büyüme, büyüme. Bu büyümenin maliyetine bakınca korkunç şeyler çıkıyor.

Bence de küçülmemiz lazım…

Burada kurgulanan bu hayat tabii ki buraya gelenleri çok cezbediyor. Ama bizim buradaki kişisel mutluluk denklemimizin hiçbir önemi yok. Bu hayat şeklinin herkes için ölçeklenebilir, çoğaltılabilir bir şey olması asıl mesele. Herkes Vaclav Smil’in Growth kitabını okusun. Ya da okumuş gibi yapsın. Sonra konuşalım.

İlgili İçerikler