Türkiye’de kadına yönelik erkek şiddeti, elbette haklı olarak üzerinde çok durulan, gündeme getirilen, mücadele verilen yaygın ve hazin bir sorun. Ama bir de “erkeğe yönelik şiddet” var. Bu ise, yakın zamanlarda bazı çalışmalar olmakla birlikte yine de yeterince kamusal popüler ilgiye açılmış ve tartışılan bir konu değil.
İnsanlığımızdan eksilerek “erkek” ya da “kadın” oluruz. Erkeğin içinde bastırılmış bir “kadınlık”, kadının içinde bastırılmış bir “erkeklik” yatar, derinlerde inim inim inler.
Tarihin belli bir noktasında ekonomi-politik şartların zorlamasıyla ortaya çıkmış ataerkil kültürel örüntü, biyolojik olarak erkek ve kadın doğmuş bireyleri toplumsal iklimde “erkek” ve “kadın” kılarken onları insanlıklarından eksiltir. O yüzden insan ağlar ama erkek ağlamaz. İnsan öfkelenir ama kadın öfkelenmez; daha doğrusu öfkesini dizginler, boyun büker. İnsan korkar, erkeğe korku yasaktır, korksa da belli etmemesi gerekir. İnsan patlar, kadına patlama yasaktır, alttan alır, olsa olsa içine patlar.
Erkek “olmak”, tüm sevgi-şefkat-merhamet duygularını gizlemek, görünüş itibarıyla sert ve şedit olmak demektir. Şiddet erkekten beklenirken, şefkat kadına özgülenir. Yumuşaklık, duygusallık, duygudaşlık, nezaket, zarafet, incelik de öyle. Bunlar erkekte gözlendiğinde “kadınsı” damgalanmanın, “kadın gibi erkek” yaftası yemenin, dolayısıyla yaşarken ölmenin nedenleri olurlar.
Türkiye’de kadına yönelik erkek şiddeti, elbette haklı olarak üzerinde çok durulan, gündeme getirilen, mücadele verilen yaygın ve hazin bir sorun. Ama bir de “erkeğe yönelik şiddet” var. Bu ise, yakın zamanlarda bazı çalışmalar olmakla birlikte yine de yeterince kamusal-popüler ilgiye açılmış ve tartışılan bir konu değil. Oysa yakından bakıldığında görülecektir ki kadına yönelik erkek şiddetinin altı kazıldığında ortaya erkeğe yönelik “erkeklik” şiddeti çıkar. Erkek, “erkekliğinin”, daha somut ifade etmek gerekirse hegemonik-toksik erkeklik halinin “sessiz” kurbanıdır. Bu, eril iktidar kurulumunun, onun “taşıyıcısı” olmaktan kaynaklı mahpusu, mahkûmu ve mazlumu olma durumudur.
Bu boyutu ihmal eden kadın sorunu tartışmaları, eksik kalacaktır.
Erkeğin kadına yönelik baskı, şiddet, taciz ve her tür saldırganlığının toplumsal bir büyük sorun olarak değerlendirilmesi, ne kadar yeterli ve etkili olduğu ayrı tartışma konusu olmakla birlikte sivil-resmi pek çok girişim ve yaptırımı beraberinde getirmekte. Kadının erkek şiddetinden korunması, kadın-erkek eşitsizliği karşısında kadından yana toplumsal farkındalık ve bilinçlilik sağlanması yolunda yapılan çalışmalar, eylemler, gösteriler var. Bunların hepsi, kadın üzerinde erkek iktidarının sorunsallaştırıldığının göstergeleri. Ama aynı erkek iktidarının erkek üzerindeki baskısı, sorunsallaştırılması bir yana, üzerinde durulması dahi pek kolay olmayan bir konu. Çünkü burada, kadının ve kadınlık kimliğinin, erkeklik ve erkek kimliği karşısında eşitsiz ve ezilmiş konumundan farklı bir boyut var. Sözkonusu olan, bir kimliğin bir başka kimliği ezmesi değil, bir kimliğin bir “benliği” ezmesi ve bunu dillendirmek de gözlemlemek de hiç mi hiç kolay değil.
Evet, erkek, benliğini kimliğinden koruma gibi, “içsel”, dolayısıyla bir bakıma içinden çıkılamaz bir sorunla yüz yüzedir. “Erkekliğe giden yolda,” diyor psikoterapist Terrence Real, “ilk kopukluk anneyle kurulan bağda oluyorsa, ikinci kopukluk da benlikle olan bağda olur”.1 Yani erkeklik, kadını “dışarıdan”, erkeği “içeriden” yıkıma uğratan bir kimliktir. Bu kimlik, yine Real’a kulak verilecek olursa, “kızların seslerini kesmeyi hedef alıyorsa, erkeklerin de kalplerini hançerlemeyi hedef alır”.2
“Hançerlenen kalp”, girişteki savımıza dönecek olursak, erkeğin insanlığıdır. “Hançer”, erkeğin, erkekliğinin bedelidir. Erkeklik, erkeğe bir “iktidar nişanı” olarak ataerkil toplumsallık tarafından verilir. Ama dikkat, erkek bu iktidarın sahibi değil taşıyıcısıdır! Ve onu hakkıyla taşıma yolunda hiç bitmeyen bir “erkek olma” mücadelesi, ömrünün sonuna kadar yakasını bırakmaz. İşte bu yolda o, kendisine bahşedilmiş, taşıyıcısı olduğu bu iktidar altında ezim ezim ezilerek insanlığı pahasına erkek olmayı sürdürür. İnsan olarak arzu etmediği her şeyi yapmaya, erkek olarak mecbur ve mahkûmdur o… Bunun nasıl içten içe yıkıcı bir iktidar mahkûmluğu olduğunu anlama yolunda, 1984 ve Hayvan Çiftliği romanlarıyla bildiğimiz İngiliz yazar George Orwell’ın 1920’lerde Burma’da (bugün Myanmar) başından geçmiş bir olay, aydınlatıcıdır.
Orwell, İngiliz sömürge yönetiminin “komiser yardımcısı” olarak Burma’da görev yapmaktadır. Yani tam anlamıyla, yukarıda kaydettiğimiz çerçevede bir iktidar temsilcisi, figürü, taşıyıcısıdır. Bir gün, cinsel kızışma halindeki bir erkek fil, bir pazar yerine dalar, önüne gelen her şeyi tarumar eder ve bir inekle bir insanı da ezerek ölümlerine yol açar. Orwell’a haber veren “yerliler”, yani onun iktidarına tabi insanlar, ondan bir şeyler yapmasını beklemektedir. Orwell yanına emir erini, eline tüfeğini alır ve arkasına takılmış 2 bine yakın yerliyle birlikte fili aramaya başlar. Bulduklarında kızışma hali geçmiş olan hayvan, artık kimseye zarar vermeyecek şekilde sakin sakin otlamaktadır. Yapılması gereken, fili kontrol altına almak ve bir daha böyle bir vakanın gerçekleşmemesi için gerekeni yapmaktır. File zarar vermek, hele onu öldürmek, Orwell’ın hiç iste[1]diği bir şey değildir. Fakat bir “sorun” vardır. Gerisini o anlatsın:
“Fili görür görmez, onu asla vurmamam gerektiğini anlamıştım; huzur içinde çalıları yiyen fil, bir inekten daha tehlikeli gelmemişti bana. Dahası onu vurmayı hiç mi hiç istemiyordum. Fakat o anda beni takip etmiş olan kalabalığa göz attım. En az iki bin kişiden oluşan ve her dakika daha da büyüyen dev bir kalabalıktı. Ve bir anda sonuçta fili vurmak zorunda kalacağımı fark ettim. İnsanlar benden bunu bekliyordu ve yapmak zorundaydım. İki bin iradenin beni karşı konulmaz biçimde itelediğini hissedebiliyordum. Ve beyaz adamın Doğu’daki egemenliğinin kofluğunu ve abesliğini ilk kavramam, elimde tüfekle orada durduğum bu anda oldu. İşte buradaydım; silahsız yerli kalabalığının önünde duran beyaz adam. Görünürde oyunun başrol oyuncusu, ancak gerçekte arkasındaki o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kuklaydım. O anda beyaz adamın zorbalaştığında yok ettiğinin kendi özgürlüğü olduğunu anladım. Fili vurmak zorundaydım. Bir sahibin sahip gibi davranması gerekir; kararlı görünmeli, ne istediğini bilmeli ve kesin şeyler yapmalıdır. Bütün bir yolu elimde tüfek, hemen arkamda iki bin kişiyle gelmek ve ardından hiçbir şey yapmadan zayıfça uzaklaşmak; hayır bu mümkün değildi. Kalabalık bana gülerdi. Ve tüm hayatım, Doğu’daki her beyaz adamın hayatı, insanları kendisine güldürmemek için verilen uzun bir mücadeleydi.”3
İktidar her şekilde, her koşulda, her bağlamda aynıdır. Nasıl ki İngiliz sömürge yönetiminin iktidarını “taşıyan” Orwell’ın hayatı, o iktidara tabi olan insanları kendisine güldürmemek için verilen uzun bir mücadele ise bir erkek de taşıyıcısı olduğu erkekliğe halel getirmeme yolunda hiç bitmeyen bir mücadele içindedir. Yaşamı, Orwell’ın betimlediğine benzer şekilde, kendisine bir “erkek” olarak bakan gözleri tatmin etme, o gözleri kendine güldürmeme yolunda benliğini, düşünce-duygu-vicdan anlamında “öldürdüğü” bir cenderedir. Üstelik erkeğin erkekliği, bir kez elde edilmekle kalmaz, sürekli izlenir, tartılır, sınanır, yargılanır. Bu nedenle erkekler, nadiren yatışan bir korkuyu içten içe her gün yaşarlar.4 Dolayısıyla, Ahmet Tulgar’ın, “erkekler baştan yeniktir” sözü, anlam kazanır.5
İçinde bulunduğumuz kültürel-politik matrikste erkeğin hali, daha doğrusu hali pürmelâli bu. Böyle olduğu için, ataerkillik karşısında kadın-erkek eşitliğini savunan, kadına yönelik şiddetin üstesinden gelmek isteyen kadın hareketlerinin bünyelerine erkekleri alması, aynı tahakkümün “içeriden” mağduru erkeği de kucaklaması gerek.
Mevcut hegemonik erkekliği sadece kadın açısından değil erkek açısından da reddederek erkekleri bu “zehirli erkeklik”ten kurtarma hedefi gütmek gerek.
İyi bir erkek olmanın yolunun insanlıktan eksilmekten değil, ancak iyi bir insan olmaktan geçtiğini bilmek; dolayısıyla şiddeti şefkatle, hiddeti merhametle, çatık kaşı gözyaşıyla terbiye etmek gerek.
Böyle gerek, çünkü kadına yönelik şiddetin belini kırma yolunda başka çıkış yok.
Günümüzün “Şair-i Âzam”ına sığınarak noktalayalım:
“meçhul erkekler
hepimizin yakından bildiği
elimizin altında bulanıp duran aynalar kadar
tanıdık sırlar…” 6
1- T Real, Erkekler Ağlamaz (Çev. Z. Koltukçuoğlu), 2004, s. 149.
2- Real, s. 126.
3- G. Orwell, “Bir Fili Vurmak”, Neden Yazıyorum (Çev. L. Konca), 2013, s. 102-3.
4- Real, s. 184.
5- A. Tulgar, “Bütün erkekler daha işin başında yeniktir”, Tam Yakalandığımız Yerden, 2004, s. 74-76.
6- M. Mungan, “Meçhul Erkekler”, Erkekler İçin Divan, 2001, s. 36.
Kullanıcı adını ya da e-posta adresini gir. Sana bir e-posta göndereceğiz. Oradaki bağlantıya tıklayarak parolanı sıfırlayabilirsin.
Here you'll find all collections you've created before.