Coğrafya bizi sınırlamıyor, keskinleştiriyor!

Yaratıcı hedefler için İstanbul dışında olmak bir dezavantaj mı? “Hayır” diyor Kayseri menşeli Adlive ajansının başkanı Hasan Köse, “çünkü fikrin coğrafyası olmaz.” Bir beton mikserini Felis’te bir mizah ödülüyle buluşturan Sözlü Mikserler adlı işlerinin merkezindeyse güçlü bir gündelik içgörü var: Bazı nesnelere iki kez bakmak.

Reklamcılık sektörü bazen büyük metropollerde yoğunlaşabiliyor. Sizin Kayseri’de konumlanmış olmanız, sektörde farklı perspektifler geliştirmenize ve özgün içgörüler keşfetmenize nasıl katkı sağladı? Coğrafyanız, yaratıcılığınızı nasıl şekillendiriyor?

Biz hep aynı şeyi savunduk: Fikrin coğrafyası olmaz. Bugün İstanbul’da olmakla Kayseri’de olmak arasında “bilgiye ulaşma” anlamında gerçek bir fark kalmadı. Herkes her şeye anında erişebiliyor. Asıl farklılık, markaları uluslararası bir bakış açısına ikna edebilme konusunda ortaya çıkıyor. Anadolu’daki firmaların bu vizyona alışması biraz daha zaman alıyor. Biz de o bakış açısını büyütmek, markalarımızın dünyayla aynı hızda düşünmesini sağlamak için çalışıyoruz. Coğrafya bizi sınırlamıyor, aksine keskinleştiriyor. Avantajımız, kalabalığın değil gerçeğin sesini duymak. Yine de anlatacak çok hikâyemiz, ikna edecek daha fazla markamız var. Bu yolculuk daha yeni başlıyor.
Kayseri, Türkiye’nin “ticari zekâsı” ve pragmatizmiyle ünlü bir şehri. Reklamcılık ise genellikle daha bohem veya soyut algılanır.

Siz Kayseri’nin o meşhur, sonuç odaklı ticari genlerini yaratıcı süreçlere nasıl entegre ediyorsunuz? Bu ödül, Kayseri usulü reklamcılığın bir kanıtı mı?

Kayseri’nin meşhur ticari zekâsı aslında bizim iş yapma biçimimizin en net aynası. Düşük bütçeyle yüksek verim alma refleksi bu topraklarda iş görüşmelerinin doğal başlangıç noktasıdır. Reklam sektörü çoğu zaman soyut, kavramsal ya da bohem bulunur ancak Kayseri bununla yetinmez. Ne kadar soyut bir fikir anlatırsanız anlatın, sonunda sorulan soru hep aynıdır: “Peki, bu bize nasıl somut bir fayda sağlayacak?” Biz de tam burada bir denge kuruyoruz. Her yaratıcı fikrin arkasına mutlaka şu soruyu ekliyoruz: “Bu iş markaya nasıl geri döner?” Yaratıcılıktan ödün vermeden, ticari faydayı da masadan eksik etmemek bizim için bir refleks hâline geldi.

Müşteriniz bir beton firması: Tokgöz Beton. Genelde bu sektörde maskülen ve ciddi söylemler görürüz. Sizse Felis jürisini Mizah Kullanımı kategorisinde ikna edecek kadar eğlenceli bir iş çıkardınız. Bir beton markasını mizah yapmaya nasıl ikna ettiniz? O toplantı odasında neler yaşandı?

Aslında her şey çok basit bir tespitle başladı: Beton mikserleri şehirde gezen dev figürler. Trafikte herkes onlara mutlaka iki kez bakar. Çünkü hem heybetli hem de merak uyandırıcı araçlar.

İlk sunumda tam da bu içgörüye yaslandık. Dedik ki: “Bu kocaman mikserler zaten şehrin içinde sürekli dolaşan bedava bir reklam mecrası. Eğer doğru bir şey söylerseniz, insanlar bakmakla kalmaz, hatırlar.” Markayı da ikna etmemizi bu öngörüler kolaylaştırdı.

Antipatik olabilecek bir nesnenin, jürinin alkışladığı bir iletişim malzemesine dönüşmesi… Bu “hackleme” fikrini daha detaylı anlatır mısınız?

Evet, beton mikserleri büyük, gürültülü ve çoğu insan için hafif “antipatik” araçlar. Ama biz tam tersinden baktık. Bu araçlar trafikte, yapıları gereği insanları en az iki kez baktıran nadir nesnelerden biri. İkinci bakış, bizim için fırsattı. Çıkış noktamız da tam olarak bu oldu. Sokağın sesini dinlediğinizde şunu görüyorsunuz, insanlar mikserin yanında durduğunda istemsizce “Ya şimdi dökülürse?” hissine kapılıyor. Bu küçük tedirginlik aslında çok güçlü bir dikkat yaratıyor. Biz de “Eğer zaten herkes bakıyorsa, neden o bakışı markanın lehine çevirmeyelim?” dedik. Sonrasında Türkiye’ye özgü çok güçlü bir kültürel unsuru devreye aldık: Kamyon arkası sözleri. Türk insanının yaratıcı olduğu alanların belki de en renklisi… Bu sözlerin ruhunu alıp sektörel bilgi ve beton terminolojisiyle birleştirdik. Ortaya hem eğlenceli hem de markanın işine doğrudan temas eden, kendiliğinden yayılan bir dil çıktı.

Felis Ödülleri gibi yüksek prodüksiyon standartları ve katılım maliyetleri gerektiren platformlar, çoğunlukla büyük bütçeli markaların önceliği olarak görülebiliyor. Sizin Kayseri’deki bir reklamvereni, sonucu doğrudan satış olarak değil de “itibar ve prestij” yatırımı olarak gören böyle bir katılıma ikna etme sürecinizi merak ediyorum.

Markayı ikna eden şey aslında buydu: Mizahın, beton gibi maskülen ve ciddi algılanan bir sektörde bile ciddiyeti azaltmadan etkiyi artırabileceğini göstermek. Aslında düşündüğünüz kadar zor olmadı çünkü Tokgöz Beton farklı fikirlere açık, vizyoner bir marka. Bizim yaptığımız, atıl durumdaki bir mecrayı doğru okumaktı. Şehrin içinde dolaşan mikserler, çoğu markanın sadece logo basıp geçiştirdiği bir yüzeydi. Oysa biz, o yüzeyin “söz söyleyebileceğini” gösterdik.

En kritik nokta şuydu: Kasadan ek bir bütçe çıkmayacaktı. Logo yerine yaratıcı söylemler uygulayacaktık. Dolayısıyla marka için bu, “maliyet oluşturmayan bir risk” anlamına geliyordu. Denemesi kolay, geri dönüşü potansiyel olarak yüksek bir proje. Ödül kısmına gelince… ROI’ın yalnızca kasaya giren paradan ibaret olmadığını anlattık. İtibar, görünürlük ve konuşulurluk da güçlü bir yatırımdı. Süreç bizim için zorluktan çok fırsata dönüştü.

Bu ödül sizin için sadece bir heykelcik mi yoksa Anadolu’daki diğer ajanslara verilmiş bir özgüven mesajı mı?

Bizim için bu ödül kesinlikle bir heykelcikten ibaret değil. Tam tersine, Anadolu’daki tüm ajanslara verilmiş güçlü bir özgüven mesajı olduğuna inanıyoruz. Başvururken de öyle hissettik, kazandıktan sonra bu inanç daha da pekişti.  Çünkü soru artık şu: “Neden daha fazlası olmasın?”

Bu ödülün hem bizim için hem de Anadolu’daki diğer ajanslar için bir hedef koyduğunu düşünüyoruz. Bir anlamda sektörün geri kalanının kulağına “kar suyu kaçıran” bir motivasyon oldu. Artık herkes biliyor ki, iyi fikir, doğru strateji ve cesur bir marka bir araya geldiğinde coğrafyanın hiçbir önemi yok. Bu yüzden bu başarıyı sürdürülebilir görüyoruz.

Sektörün kanayan yarası yetenek göçü. Genelde parlayan yetenekler ilk fırsatta İstanbul’a kaçar (ya da farklı bölgelerde büyük bir pazar olmadığı için İstanbul’a mecbur kalır). Bu ödül, yetenekli gençleri farklı şehirlerde tutmak için bir argüman olabilir mi? Yoksa sizin de rotanızda İstanbul’a ofis açmak var mı?

Biz aslında serüvenimizin başında İstanbul’u deneyimlemiş bir ekibiz. Hatta bugün kadromuzda İstanbul’dan Kayseri’ye geri dönen arkadaşlarımız da var. Bu nedenle “Yetenek İstanbul’a kaçar” cümlesi bize göre özellikle pandemi öncesi döneme ait bir gerçeklikti. Artık yetenek, değer gördüğü ve ürettiğinin karşılığını aldığı her ortamda kalmayı tercih ediyor. Bugün gençler; adillik, görünürlük, üretim alanı ve yaratıcılığın karşılığını alma kriterlerine bakıyor. Biz de Adlive olarak tam bu zemini sunmaya çalışıyoruz.

İstanbul’da ofis açma konusuna gelince… Orta vadede planlarımız arasında var diyelim.

Çıtayı yükseğe koydunuz. Peki bunun tek atımlık bir kurşun olmadığını kanıtlamak için sırada ne var? Sürdürülebilir bir yaratıcılık için nasıl bir ekosistem kurmayı hayal ediyorsunuz?

Kayseri’den dünyaya açılan, İstanbul’daki ajansların iş almak için sıraya girdiği markalar var. Dolayısıyla burası artık sadece Anadolu şehri değil; güçlü bir üretim ve ticaret merkezi. Kayseri’de bizim gibi ajansların yanı sıra, bünyesinde birçok birimi barındıran, onlarca kişinin çalıştığı yaratıcı yapılar da var ve her geçen gün güçleniyorlar. Bu yüzden tek atımlık kurşun olmaya hiç niyetimiz yok. Hatta tam tersine, bu Felis’i bir başlangıç olarak görüyoruz.

Kısa vadede hedefimiz çok net: “Bir Felis kazandık” demek yerine, gelecek yıl birden fazla Felis’i masaya koymak. Bununla da yetinmeyip farklı ulusal ve uluslararası ödülleri de kovalamayı planlıyoruz. Çünkü sürdürülebilir yaratıcılık ancak ısrarla, inatla peşine düşülürse mümkün olur. Kayseri’de hayal ettiğimiz ekosistem de tam olarak bu: Yaratıcı işlerin değer gördüğü, gençlerin burada kalarak parlayabildiği, markaların ulusal ölçekten korkmadığı, fikirlerin adres bağımsız dolaştığı bir yapıyı büyütmek.