6 Şubat 2023 tarihinde beklenenden daha büyük ve daha yıkıcı sonuçlar doğuran bir afet yaşadık. 300 kilometreyi aşkın bir alanda, 13 milyondan fazla bir nüfusu etkileyen depremin yaşandığı bölgede ikamet eden insanlarımızın en az yüzde 20’si evsiz kaldı. Uzmanların tahminlerine göre yıkıntı altında kalan nüfus 200 bini aşkın. Bu nüfustan 150 bin civarında can kaybının gerçekleşeceği hesaplanıyor.
Déjà vu
Yaşananlar bir çeşit déjà vu. Bir arkadaşım, 1999 depreminin medya yansımalarından oluşan geniş kapsamlı bir derleme hazırlamıştı. 1999 depremi sonrası gazetelerin ilk sayfalarını gösteren bu raporun bana ilk bakışta Brezilya dizilerini çağrıştırdığını söylemeliyim. Hani yıllar önce izlemeyi bıraktığınız ama yeniden izlemeye başladığınızda hikâyenin hiçbir detayının değişmeden devam ettiğini gördüğünüz dizileri…
17 Ağustos depreminden sonra yayımlanan gazete manşetleri ile bu depremden sonra yayınlanan gazete manşetlerini yan yana koyduğumuzda bu déjà vu duygusu daha da güçleniyor: “Asrın felaketi”, “Devlet çöktü”, “Aciz kaldık”, “Nerede bu devlet?”, “Zamanında müdahale gelmedi.”
Çeyrek yüzyıl sonra
Sıradan vatandaşlar olarak 6 Şubat sabahı, olayın büyüklüğünü henüz anlayamadık. Durumun ne kadar kötü olabileceğine ilişkin bazı fikirler edinmiş olsak da, yıkımın büyüklüğünü ancak 48 saat sonra anlayabildik. Bunun bir nedeni iletişimin çökmesiydi, diğer nedeni ise en büyük yıkımın gerçekleştiği bazı kentlere –örneğin Hatay’a- ve köylere erişememiş olmamızdı. Hatay Havaalanı’nın kullanılamayacak duruma gelmesi, lojistiği de geciktirdi. Bunlar, 1999 depreminde de başımıza gelmişti. O zaman da ülkemizdeki tüm iletişim hatları kopmuştu, şehirlere ulaşamamıştık. 24 yıl sonra -ki bu, çeyrek yüzyıl demek- afet yönetiminde bir adım bile yol alamadığımızı görmüş olduk.
Devlet sessiz, millet çaresiz
Gördüğümüz bir diğer sorun, hem devletin ve hem de AFAD ve Kızılay gibi özel görevli devasa yapıların çöküşüydü. Bunlara ek olarak ordunun tüm yaşananlara seyirci kaldığını veya bırakıldığını izledik. Şu ana kadar hiç kimse bize bu durumu izah etmedi veya edemedi. Yeterince askerimiz mi yok? Askerlerimiz yurtiçinden ziyade yurtdışında mı görevde? Askerin kışladan çıkması yöneticiler tarafından mı engellendi? Yoksa asker afete hazırlık eğitimi ve sorumluluğu almıyor mu? Bu soruların cevaplarını bilmiyoruz!
Dolayısıyla, iktidarın sessiz ve milletin çaresiz kaldığı iki korkunç gün yaşadık. O iki gün içerisinde millet, STK’lar, belediyeler, çeşitli vakıf ve cemaatler aracılığıyla kendi kendine yardım etti. Hâl böyle olunca, devletin ve devlet kurumlarının enkaz altında kaldığı, “En ihtiyaç duyduğumuz anda bu devlet nerede?” dediğimiz; ardından da acze isyan etmeye başladığımız bir duygusal dalga yaşadık.
İletişim krizi
Devlet kurumlarını ancak üçüncü günde yavaş yavaş alanda hissetmeye başladık. Ki, bu tür afetlerde en önemli zaman dilimi addedilen 48 saati kaybetmiş olduk. Devleti yönetenlerin bu tabloda söylediği ilk şey yaşananların “mukadderat” olduğuydu. Ardından, aynı sorumlular, milletin haklı eleştirilerine karşı tehdit ve korku diliyle yanıt vermeye başladı. Tehditlerin fayda getirmediği görülünce de sosyal medya kısıtlaması ve durdurması geldi. İlk haftanın sonuna geldiğimizde fotoğraf, kabaca buydu.
Oysa bu gibi dönemlerde temel olarak sağlanması gereken en önemli unsurlar şeffaflık, acil ve doğru bilgidir. Bilgi ne kadar çok ve doğru olursa süreç o kadar kolay yönetilebilir. Çünkü bilgi paniği önler, güveni inşa eder. Kriz anları aynı zamanda tüm rasyonelliğin ortadan kalktığı ve duyguların, kızgınlığın yüksek olduğu anlardır. Devleti yönetenlerin bunun böyle olacağını bilmesi gerekir. Bu anlarda empatiden daha değerli bir şey yoktur. Bu gibi anlarda yardımına koşamadığınız insanların, çaresiz vatandaşların size kızması kadar doğal hiçbir şey yoktur. Böylesi anlarda empati yapmak yerine vatandaşı tehdit edemezsiniz. Haksız bile olsalar vatandaşa küfredemezsiniz. Devlet adamlığı ve sorumlu siyaset bunu gerektirir.
İletişimdeki bir diğer hata, ilk üç günde ülkeyi yöneten siyasi liderlerin görünmez olmayı tercih etmesiydi. Kim olduklarını bilmediğimiz AFAD yetkilileri ile başbaşa kaldık. Ne var ki, kriz yönetimi özü itibariyle iletişim yönetimidir. İletişimde de güven birincil unsurdur. Ancak bildiğiniz, tanıdığınız, güvendiğiniz bir otoritenin sesi sizi o duygusal anlarda ikna ve teskin eder.
Özetle devleti yönetenlerin- daha öncede defalarca gördüğümüz gibi- kriz anında ortadan kaybolduklarına şahit olduk. O ilk 48 saat vatandaşın kendi kaderiyle baş başa bırakıldığı bir çaresizlik anı olarak kayda geçti. Yıkıntı altında kalan insanlarımızın ağırlıklı çoğunluğunu terkeden bir devlet ve millet olduk. “Hesap sormak”, “not etmek” gibi kelimeler kullanan siyasiler de cabası oldu.
Tüm yaşananlar ve yaşanmakta olanlar ışığında sormamız gereken son bir soru var: Bu afet, toplamda, Türkiye’nin geleceğini nasıl etkileyebilir?
Yıkımın sorumluları
Peki bu büyük yıkımın sorumluları kimler? Mukadderat tanımlaması ne kadar doğru? Yaşanan bu “tarihi yıkım” engellenemez miydi?
Her şeyden önce depremin en çok vurduğu Kahramanmaraş, Pazarcık, Adıyaman ve Hatay’da yan yana duran iki binadan birinin camlarının bile kırılmayıp diğerinin un ufak olmasının sorumlusu, ne yer çatlağında biriken büyük enerji ne de mukadderat olabilir. Bu durum ortada net bir insan hatasının olduğunu, devleti yönetenlerin silsile halinde ihmallerinin söz konusu olduğunu gösteriyor.
İkinci olarak neden bu mukadderat başka milletlerin başına gelmiyor? Kaliforniya, Peru, Meksika, İtalya, Endonezya ve Japonya’nın örneğin? Bu ülkelerde de benzer büyüklükte depremler olurken, neden oralarda 8-10 kişi zor ölüyor? Demek ki, olan bitenin “mukadderatla” hiçbir ilgisi yok.
Şurası açık ki, bu büyük yıkımda devletten iktidara, yerel yönetimlerden vatandaşlara kadar hepimizin sorumluluğu var. Çünkü depremin bu toprakların değişmez bir realitesi olduğunu bir türlü anlamak istemiyoruz. Oysa ki, üzerinde yaşadığımız coğrafyada depremi oluşturan jeolojik mekanizma milyonlarca yıl önce oluşmuş, bundan milyonlarca sene sonra da var olacak. Deprem gerçeğini değiştiremeyeceğimize göre, neden ayakta kalabilmek için deprem dirençli kentler yaratmaya odaklanmıyoruz? Biz diğer milletler kadar akıllı değil miyiz?
Gerçek böyleyken algı ne yazık ki farklı. İktidar elinde tuttuğu medya gücüyle gerçekleri manipüle ederek, algıyı yönetebiliyor. 6 Şubat depreminden sonra yapılmış birkaç araştırmanın sonucuna göre, yaşadığımız kaybın en büyük sorumluları öncelikle müteahhitler ve denetim firmaları. Ardından belediyeler geliyor. Hükümet ve bakanlıklar ise onlardan sonra geliyor!
Peki ya geleceğimiz?
Tüm yaşananlar ışığında sormamız gereken son bir soru daha var: Bu afet toplamda, Türkiye’nin geleceğini nasıl etkileyebilir?
Seçim kapıda. Afet sadece ülkenin tüm paradigmasını değiştirmekle kalmadı, seçimin gündemini de değiştirdi. Vatandaş, seçimlerde bu afette yaşananlar vizöründen bakarak karar verecek. Ortada da iki temel duygu var. Birincisi öfke, diğeri geleceğe ilişkin güvensizlik.
Seçmenin bu öfkeyle tıpkı 1999 depremi ve 2001 anayasa krizinden sonra yaptığı gibi, ülkeyi yönetenleri cezalandırması ve oyunun dışına atması beklenir. 2001’de vatandaş en çok ihtiyaç duyduğu anda yardımına koşmayan siyasi partilerin tamamını parlamentodan dışarı atmıştı. Ama bunu dışarıda bekleyen alternatif bir adres gördüğü için yapabilmişti. Bugünün yöneticileri o gün parlamentonun dışındaydı ve vatandaşa “hey ben buradayım, bana görev ver, ben seni bu çukurdan çıkarırım” diyorlardı. Vatandaş o yüzden 2001 seçiminde tüm müesses nizam partilerini çöpe attı ve dışarıda bekleyen birine yetki verdi.
Bugün durum farklı. Dışarıda bekleyen sistem dışında duran kimse yok. Sistemin içinde bulunan altı partiden oluşan bir muhalefet bloku var. Keza, HDP ve etrafındaki sol partilerden oluşan bir başka muhalefet bloku var. Bir de iktidar bloku var.
Dışarıda, iş yapabilecek yetenek ve tecrübede güçlü bir ismin liderliğinde bekleyen bir isim olsaydı vatandaşın mevcut düzen partilerinin tamamını silebileceğini söyleyebilirdik. Öyle bir yapı olmadığı gibi muhalefet bileşenlerinin, özellikle Altılı Masa muhalefetinin yaşanan olaylar ışığında başarılı bir sınav verdiğini de söyleyemeyiz.
Bölgeyi ziyaret etmek tek başına yeterli bir siyaset olmadığı gibi, muhalefetin alanda kullandığı dil de kapsayıcı bir dil olmadı. İnsanlar bu gibi zamanlarda iktidarıyla, muhalefetiyle, bürokrasisiyle, ordusuyla, sivil toplum ve yardım kuruluşlarıyla bir ortak çaba ve birliktelik bekler. Bu da olmadı. Afet var olan kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. Kalan zamanda iktidara, devlete, devlet kurumlarına ve hatta muhalefete dönük olarak açığa çıkan öfkenin nasıl kanalize olacağını göreceğiz.
Zira koşulların farklı olması nedeniyle, 2001 seçimlerinden farklı bir senaryoyla karşılaşabileceğimizi söylemek mümkün. Özetle muhalefet, bu krizden zannedildiği kadar büyük bir destekle çıkamayabilir. Normalde seçimler öncesinde oluşan büyük afetler dönüm noktası olur. Amerika’daki 2008 başkanlık seçimlerinin hemen öncesinde meydana gelen Katrina Kasırgası’nı hatırlayalım… Obama, kampanyasını yarıda bırakıp afet bölgesine gittiği ve iyi çalışılmış çözüm önerisiyle seçmeni ikna ettiği için -belki de sadece o yüzden- seçmen oylarıyla küçük bir farkla kazanan taraf olmuştu. Benzeri bir durum, tam 12 yıl sonra 2020 sonundaki ABD başkanlık seçimlerinde pandemi koşullarında aşılamayla ilgili kapsamlı politikalar dile getirdiği için Biden lehine gelişti.
Seçimlere kadar olan süreçte muhalefet için en önemli strateji iktidarın beceriksizliği ve yetersizliği odaklı bir kampanya değil, ulus olarak bu yıkımdan nasıl çıkılacağımıza dair çözümler üretmek olacak. Türkiye’nin tüm gündemi değiştiyse seçim stratejisi ve söylemleri de değişmek zorunda. Bu realiteyi dikkate almadan ve zamanın ruhunu kavramadan, eski argümanlarla eleştiride bulunmak yeterli olmayabilir. Demem o ki, seçimi almak da kazanmak da muhalefetin elinde.
Peki iktidar? Bu kriz, zannedilenin aksine iktidarın çok da aleyhinde olmayabilir. Eğer hızla yeniden inşa sürecini başlatırsa; öfkesini unutmuş, çaresizliği geride bırakmış ve yarınından endişe eden vatandaşları yeniden ikna edebilirse, zannedilenin aksine krizden başarıyla çıkabilir.
Bu yazı MediaCat Mart Deprem Özel Sayısı için şubat ayında kaleme alınmıştır.