Cannes‘da Airbnb CEO’su Brian Chesky’yi dinliyorum. “Artık insanlar bir yere gittiklerinde bir turist gibi değil, oranın yerlisi gibi dolaşmak istiyor sokaklarda. Marketinden alışveriş yapmak, insanlarıyla kaynaşmak, herkesin gittiği restoranlarda yemek istiyor.”
Zihnimin diğer yanında, son yıllarda belirli adımları atmış olsak da, turizmimiz ne olacak sorusu yankılanıyor.
“20 Euro veriyorsun deniz mahsüllerini yığıyorlar masaya.” “Bakkalda su 1 Euro, sahilde 1,5 Euro. Bizde olsa 5 Euro’dan aşağı satmazlar.”
Tasos, Midilli, Leros, Sakız ve benzeri sayamadığımız kadar çok hikâye özellikle beyaz yakalı koridorlarında dolanıp duruyor. Sonuçta, artık global bir köyde yaşıyoruz. Bu yüzden Yunan adalarına, Hırvatistan’a veya başka bir yere giden kitlelerin seçimi gayet doğal.
Google’a Zlatni Rat yazıp aratırsanız Fethiye Ölüdeniz’in kuzenine rastlayabilirsiniz. Sadece Yunanistan, İspanya ve İtalya değil, Hırvatistan sahilleri de Avrupa turizm gündemine girmiş durumda. Bu noktada yapmamız gereken bir tespit var: Uzun yıllar “Turizm markası”ndan çok bir “Turizm ürünü” pazarladık. “Deniz, Kum, Güneş” üçlüsü bir marka olmamızı sağlamaz. Bunlar olsa olsa ürün özellikleri olabilir. Üstüne üstlük sadece Akdeniz havzasında bile bunu sağlayabilecek pek çok ülke varken, rakiplerimize karşı bizi eşsiz kılamaz. O zaman da elimizdeki tek silah “fiyat” olur.
Serada yetişen turfanda domatesler gibi
Ucuz ve kitlesel turisti deniz kenarında “dev lunapark”larda her şey dahil ağırlamak üzerine kurulu bir düzenimiz var.
Sahilde yan yana dizdiğimiz tatil köylerinde fabrikasyon sunduğumuz “deniz-kum-güneş”, serada yetiştirdiğimiz turfanda domatesler gibi. Ürün alıyoruz, ama en ufak bir dolu yağışında sezon kaybediyoruz. Üstüne üstlük etrafımızda bir sürü de domates üreticisi var.
“Tatil Köyü” endüstri çağının ürünlerinden biriydi. Binlerce insana aynı toplu tatili yaşatmak, aynı saatte aynı yemeklerle besleyip yan yana şezlonglarda güneşin altına koyup, akşam aynı animasyonu seyrettirmek eskiye ait bir formül.
Enformasyon çağının turisti, “beş benzemez” mikro topluluklar. Kendi deneyimini kendi yaratmak istiyor. Kendi hikâyesini kendi yazmak ve bunu paylaşmak. Bunu yapabilmesi için zengin malzemeye ihtiyacı var. Acaba Ortadoğu’dan, Avrupa’dan hangi hikâyelerle kimi çekebiliriz kendimize? Hangi deneyimle, hangi konumlandırmayla, hangi hikâyelerle?
Anadolu’dan güzeli yok
Resme iyimser bakmak lazım. Türkiye uzun yıllardır dünyanın en büyük turist destinasyonlarından biri. Daha da ileri gidebilmek için hızlı adımlarla yenilenmeyi sürdürmemiz ve dünyadaki ilk yeni jenerasyon turizm markalarından biri olmamız gerekiyor. Eğer yeni çağın dev markalarının yolu eşsiz hikâyelerden ve deneyimlerden geçiyorsa, tarih boyunca Anadolu’dan daha güzel bir kaynak olmadı yerküre üzerinde.
İkliminden tarihine, mutfağından tesisine gereken her şeyimiz var. Tek yapmamız gereken Deniz-Kum-Güneş ekseni dışındaki alanları daha da ön plana çıkartabilmek.