İstem/prompt herhalde son zamanlarda yapay zekâ (YZ) ile birlikte en sık duyduğumuz kelimelerden biri. Bilmeyenler için basitçe ifade etmek gerekirse yapay zekâdan bir talepte bulunmak için yazdığınız yönergeye “prompt” yani Türkçesi ile istem (ya da komut) deniyor.
Brand Week İstanbul 2024’te dinlediğim pek çok yapay zekâ konuşmasından sonra açıkçası bende de konu hakkında bir yazı yazma şevki uyandı ve bana bu yazı için ilham veren asıl kaynaklarıma inerek yazıyı kaleme almaya başladım. Genelde konuşmaları dinlerken o an düşündüklerimi çağrıştıracak bir kelimeyi kenara not ederim; sonrasında bu kelimelerin, konu hakkında daha derin düşüncelerimi şekillendirmemde bana oldukça yardımı dokunur.
Brand Week’te yapay zekâ ve bilinç arasındaki ilişki ile ilgili bir oturumda “Jubal” diye telefonuma not düşmüşüm. Jubal Harshaw, Robert E. Heinlein’ın 1962 Hugo Ödülü’nü alan kurmaca romanında yer alan bir karakter. Kendisi, romanda tanımlandığı şekliyle “tıp ve felsefe doktoru, avukat, zevk-ü sefa düşkünü, gurme, çoksatan sıradışı yazar ve neopesimist bir filozof”*. Not almamın nedeni ise, romanda Jubal’ın hem kitaplar hem de stereovizyon (bir çeşit televizyon) için yaptığı çalışmalarda dikte kullanması ve kısa komutlarla hikâyenin özünü vererek devamının tamamlanmasını beklemesiydi. Anlatılan eylemin temelde bir dikte olmasına rağmen stenosuyla söylemleri not eden ve işin devamlılığını sağlayan sekreteri ile birlikte Jubal’in bu pragmatik yaklaşımı, kafamda tam anlamıyla yapay zekâ kullanan bir yazar gibi hayal edilebileceği fikrini çağrıştırdı. Yani günümüz penceresinden bakarsak, Jubal Harhsaw kendi hikâyelerini komutlarla yazdıran bir istem mühendisi olabilirdi.
Tabii ki Jubal, 1961’de bir istem mühendisi olarak tasarlanmamıştı fakat yöntem olarak insanın teknolojiden beklediği yaratıcı ve pratik akışı iyi temsil eden bir metnin içinde yer alıyordu. Diğer yandan romanın gizemli Marslı karakteri Valentine Michael Smith, insanlarla olan ilk temasındaki diyaloglarında bir yapay zekâdan farksız cümleler sarf ediyordu. O da başka bir yazının konusu olabilir.
1961 yılında yayınlanmış bu güzel romanı hatırladığımda, yapay zekâdaki gelişmeleri korkuyla değil, hayatın doğal akışında her zaman arzulanan bir teknoloji olarak gördüğümü doğrulamış oldum.
Devam edelim.
Sanat eserlerinde özelleştirilmiş tüketim ve politik doğruculuk
Brand Week’te üretken yapay zekânın (Generative AI) sunduğu geniş görüntü işleme imkânlarını dinlerken, Yüzüklerin Efendisi’ndeki güç yüzüklerini anımsayarak not aldığım bir de “yüzük” kelimesi vardı. Çünkü sunumun insan yüzünü değiştirme/özelleştirme kısmına gelindiğinde, orijinal edebi eserler sahneye uyarlanırken politik doğruculuk adına yapılan keskin değişikliklere sosyal medyada gösterilen tepkileri hatırladım.
Özellikle Amazon Prime’ın gündem olan dizisi Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri’nde, J.R.R. Tolkien’in yarattığı Orta Dünya evreninin özüne sadık kalmadan, çeşitlilik ve kapsayıcılık adına katılan yorumların sertçe eleştirilmesi aklıma geldi. İşin “woke kültürü” ya da pazarlamadaki politik doğruculuk kısımlarına bir yorum getirmek yerine, konunun yapay zekâ ile nasıl çözülebileceği üzerine kafa yordum.
Günümüzde bir içerik çekilirken, hikâyeye bağlı istisnalar olsa da her karakter için tek bir oyuncu ile ilerleniyor. Doğal olarak bu, çekim sonrasında içeriği değiştirilemez ve özelleştirilemez hale getiriyor. Yapımcılar, yapımı belli hedef kitlelerin taleplerine göre çekmek ve ona göre bir pazarlama planı kurmak zorunda kalıyor. Bu, yapımcılar için hâlâ büyük bir problem olarak ortada duruyor.
Bana göre yapay zekânın buna bir çözüm sunabileceği ve tartışmaları da sona erdirebileceği bir döneme yakınız. Eğlence sektöründe yapay zekâ sayesinde her hedef kitle için oyuncuların suretleri gerçek zamanlı olarak değiştirilebilir olduğunda, seyirciler çekilmiş görüntüye bağlı kalmadan seçtiği farklı suretlerle içerikleri izleyebilecekler.
Açıkçası kişiye özel üretilen içerikler, tüm bu sınırları ortadan kaldıracağı için “kim ne isterse o şekilde izlesin” dediğimiz bir dönemin kapısını aralayacak.
Tabii bu en çok oyuncuları etkileyecek. Bir süre sonra bu alanda “özgün suret telifi” gibi yeni kavramlarla karşılaşmak olası… Bunun farklı bir örneğini, 2000’li yıllarda çekilen Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde Gollum’a hayat veren Andy Serkis’ten hatırlayabiliriz. Gollum’un tüm mimikleri Andy’nin oyunculuğu ile sahneye konmuştu. Birkaç satır önce bahsettiğim suret değişimini, Andy Serkis’in Robert De Niro’nun suretiyle oynadığı bir film olarak hayal edebilirsiniz.
Günümüzde yapay zekâ ile üretilen sonuçlar istenilen düzeyde değil fakat gelecekte üretilecek sanat eserlerinin bahsettiğim şekilde özelleştirilip umumileşeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Elbette bu şekilde sanat eserinin özgünlüğünden ne kadar bahsedebileceğiz, bilemiyorum.
Bir roman yazarı olarak şahsi kanaatim, özgün eserlerin yorumlanması çerçevesinde “özelleştirme hakkı”nın telif maddeleri arasına eklenmesi gerektiği. Tolkien Vakfı’nın Amazon Prime ile olan telif anlaşmasındaki sahnelenmeye dair şartların tüm detaylarını bilmiyorum ama bir sanat eserinin bağlamından fazlaca koparılmasını (görsel olarak olsa bile) etik olarak doğru bulmuyorum. Özellikle de yazarı hayatta değilse…
Değersizleştirme modası
Son zamanlarda dinlediğimiz her pazarlama sohbetinin içerisinde yapay zekâ var. Görsel üretme, strateji kurgulama, hedef kitle araştırma sonuçlarını analiz etme gibi pek çok alanda kullanılan yapay zekâ uygulamalarını dinliyoruz fakat sohbetlerin büyük bölümü işin içeriği yerine sonuçlarına odaklanıyor. Bazıları geliştirdikleri modeli “aklımızı yapay zekâya emanet ettik” düzeyinde anlatıyorken, bazıları da ileri seviye otomasyonlardan söz ediyor.
İşe reklamcılık penceresinden bakarsak yapay zekâ bize yaşamın içerisinde vuku bulan içgörüleri bulamaz, veri olarak sunduğumuz içgörüleri işleyerek farklı konularla ve duygularla bağdaştıramaz. Bağdaştırsa bile bunu bizim ilgimizi çekecek şekilde hikâyeleştiremez. Bazı konular insan varoluşunun, canlılığın temelleriyle doğrudan ilgilidir. Reklamcılıktaki yaratıcılıkta da yapay zekânın doğrudan çözümleyemeyeceği duygu ve gözlem temelli karmaşık bir işleyiş bulunuyor. İşin çözülebilen ve otomasyona açık kısmı ise genellikle fikrin görselleştirilmesiyle ilgili alanla kısıtlı.
Diğer yandan reklamcılıkta yapay zekânın konumlandırıldığı bazı noktalar da sıkıntılı. Yapay zekânın sunduğu otomasyonu bir kolaycılık malzemesi olarak kullananlar, maalesef kendi çalıştıkları alanı en çok değersizleştirenlerin başında geliyor. Bu değersizleştirme konusu özelinde son zamanlarda pazarlama uzmanı arkadaşlarımdan sık duyduğum bir örnek var. Bildiğiniz üzere sosyal medya yönetim hizmeti, çoğu marka için artık ana reklamcılık hizmetlerinden ziyade bir idare/bakım hizmetine dönüştü. Bu hizmet dahilinde ajans, markaya içerik yazarken ChatGPT’nin yeteneklerinden faydalanıp metinlerini zenginleştiriyor -ki bu iyi bir şey fakat içeriklerini bir metin yazarının yorumundan geçirmeden doğrudan müşteriyle paylaşanlar hem işin yazarlık kısmını hem de marka iletişimini daha da değersizleştiriyor. Hizmetin ucuzlarken kalitesizleşmesi hem hizmet sağlayana hem de hizmeti satın alana zarar veriyor çünkü bu kolaycılıkla ilerleyenler, o alanda çalışan yetenekli kişileri hızlı bir şekilde uzaklaştırıyor. Sistem bir süre sonra en ucuzu çalıştırmaya yoğunlaştığından, hem yetenekli çalışan hem de kaliteli hizmet bulunması oldukça zor hale geliyor.
Geçmişte de işimizi kolaylaştıran pek çok teknolojik gelişme oldu. Gelişmiş grafik tasarım, proje yönetim ve üretkenlik programları, akıllı telefon ve mobil uygulamalar, web 3.0 uygulamaları, bulut bilişim, giyilebilir cihazlar, geniş bant internet… Hepsi insan faktörünün verimliliğini artırdı. Yerini aldığı alanlar otomasyon yapılabilecek alanlardı. Kuşkusuz otomasyona yatkın tüm alanlar gelecekte yerini yapay zekâ gibi farklı teknolojilere bırakacak. Bu yüzden hikâye anlatıcılığında uzmanlaşmış reklamcıların işlerinin elden gitmesinden korkacağı, reklamverenlerin de ucuz işgücü satın alacağı için sevineceği bir durum bana göre söz konusu değil. Nitelikli işgücü olmadan verimlilik yaratmak mümkün olmadığından odak her zaman verimlilik artışı sağlamak; yani mevcut işin kalitesini bozmadan daha az sürede tamamlamak olmalı.
Yapay zekâ geçmiş verilere dayanarak bir ürünün hangi özelliklerinin hangi banner’larda vurgulanacağı kararının alınmasına yardımcı olabilir, hatta banner tasarımlarını optimize edebilir. Medya satınalma geçmişini tarayarak ilerleyen kampanyalarda daha büyük verimlilik artışı sağlamanın yolunu da gösterebilir. Ancak hikâyeleri inceleyerek insanların nasıl tepki vereceğini ya da yorumlayacağını kestiremez. Böyle bir gelişme yaşandığı takdirde zaten insanların makinelerden bir farklı kalmayacak, zihin kodları kırılmış olacaktır. Bu bambaşka ve çok büyük bir gelişme olur ve hepimizin hayatını etkileyecek sonuçlar yaratır. Bu oldukça korkutucu bir olasılık. Diğer yandan insanın bu kadar basit bilişsel özelliklere sahip bir canlı olmaması içimi rahatlatıyor.
Son sözü yapay zekâya… bırakmıyorum.
Yazının sonunu yapay zekâya bırakmak istemem. Güzellikleriyle ve hatalarıyla bu şekilde kalmasını tercih ederim. Sevgili büyüğüm İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar romanında zihinlere nakşettiği gibi: “Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.”
Sonsöz olarak şunu söylemek isterim ki; bugün yapay zekâyı bir kolaycılık malzemesi olarak sunanlar, geçmişte her yükselen akımı en yüzeysel kısmından alıp aceleyle popülerleştirmeye çalışanlar gibi eksik bir anlayışla hareket ediyorlar.
Yapay zekâ, biz reklamcılara kolaylık ve hız kazandırsa da tek başına bir değer yaratmıyor. Kullandığımız araçlar, işin kendisini tanımlamıyor. Bu yüzden yapay zekânın, işin kendisiymiş gibi pazarlanmasını anlamsız buluyorum. Bununla birlikte Runway** gibi bulunduğu alanda kalıpları yıkan işler yapanları da ayakta alkışlıyorum. İşin otomasyon kısmı işsizlik tehlikesi yaratsa bile teknolojiyi kullanacak doğal zekâların işin detaylarına hâkim olması ve kaliteli iş çıkarmaya ehil olması şart.
* Yaban Diyarlardaki Yabancı, Robert A. Heinlein,
Artemis Yayınları – Aralık 2003, çv. Kağan Çam
** Runway AI, Inc. www.runwayml.com