“Kim aktörlerin sesini duymak ister ki?”
1925’in sonları. Sam Warner, abisi Harry ile, kendi tabirleriyle ‘konuşan resimler’ konusunu tartışıyordu. Warner Bros’un ilk yıllarıydı ve stüdyo 330 bin dolar zarardaydı. Sam, sinemanın sesli olması gerektiğini iddia ederken herkes ona gülümsüyordu sadece. Sam vazgeçmedi. İnatla sesli sinemayı savundu.
Bu arada Western Electric ve Vitafone satın alındı. Teknoloji geliştirildi. İlk deneme Don Juan’dı. Gişe fena değildi ama sonuçta zarar ettiler. Şirketten çatırtılar gelmeye başlamışken, Sam ikinci proje olan The Jazz Singer’a tüm gücüyle yüklendi. Amerika’nın o dönem en ünlü jazz sanatçısı olan Al Jonson’ın oynadığı filmde sadece müzikal bölümler sesliydi.
Sam, filmin prömiyerini göremedi. Kendini parçalarcasına adadığı The Jazz Singer’ın çalışmaları esnasında başlayan baş ağrıları ve burun kanamalarına aldırmadı. Bir sinüs enfeksiyonu, yıllarca teknolojisini geliştirmek için çabaladığı sesli sinema ve türünün ilk gerçek örneği kabul edilen The Jazz Singer’ın başarısını görmesine engel oldu. Bu film, hem bütün endüstriyi yeniden şekillendirecek, hem de Warner Bros’u Hollywood’un en büyüğü yapan üçlemenin ilki olacaktı.
* * *
Sam Warner’ın acıklı hikayesi hafızamda henüz tazeyken, bir Cumartesi gecesi, internetin öncülerinden Josh Harris’in hayat hikayesine takılıyor gözüm. Ondi Timoner’in çektiği ödüllü belgesel We live in Public’i seyrediyorum. 15. dakikadan itibaren kareler ardı ardına çarpıyor yüzüme. Hayatını teknolojinin ve medyanın insan üzerindeki etkilerine adamış çarpıcı bir hayat akıyor ekranda.
Ünlü Jupiter Research’ü kurup Silicon Valley’de kendini kabul ettiriyor önce. Şirketi satıyor ve elde ettiği nakitle Hawaii’ye yerleşmek yerine ilk internet televizyonu pseudo.com’u kuruyor. Bir röportajında “Rakibim ulusal kanallar. CBS’i tahtından indireceğim” diyor Josh. Spikerin yüzünde manidar bir gülümseme var, “Amma da atıyorsun!” gibisinden. Ve yıl henüz 1993.
Ardı ardına deneysel çalışmalar başlatıyor. İlki, Biri Bizi Gözetliyor’u masum bir Brezilya dizisi gibi bırakacak cinsten.
New York’ta yer altında bir büyük hangar kiralıyor. Ve bu hangarda dış dünyayla bağlantısı tümüyle kopuk bir hayat kuruyor. Burada yaşamak için 100’den fazla sanatçı gönüllü oluyor. Kendi kuralları olan ve kalabalık bir üniversite yurt hayatını andıran Orwellyan bir dünya. Josh, deneyini gerçekleştirmek için insanların her anını canlı yayınlayan ve kaydeden yüzlerce web kamerası yerleştiriyor etrafa.
Ekranlardan herkes birbirinin hayatını bütün çıplaklığı ile paylaşmaya başlıyor. Önceleri eğlenceli büyük bir parti gibi başlayan proje, geçen zamanla birlikte sosyal blokların birer birer kırıldığı ve insanların akli dengelerinin sarsıldığı bir dünyaya dönüşüyor.
Eğlence yerini gerçek bir drama bırakıyor. Kendini de deneyin bir parçası yapan Josh da bu kaostan nasibini alıyor. Raydan çıkan projeyi bir polis baskınını bahane ederek durduruyor.
İnsanlığın teknoloji ile birlikte yaşamaya başlayacağı bu kadar transparan bir hayatın topluma ödeteceği bedeli kanıtlamak amacı. Kanıtlıyor da. Hem de en çarpıcı haliyle. O dönemde mesaj yerine gidiyor mu bilinmez. Belki henüz çok erken.
Ve Josh kız arkadaşıyla yaptığı bir diğer talihsiz projenin ardından ortadan kayboluyor. 2001-2006 yılları arasında bir elma çiftliği işlettikten sonra Etiyopya’da Afrikalı çocuklara yardım eden bir organizasyonun CEO’su olarak ortaya çıkıveriyor. Toplumu uyarma misyonunu tamamlamış bir eda ile kendini kara Afrika’ya adıyor.
* * *
Belgeseli seyrederken Twitter’da mesajlar düşüyor ardı ardına. “Yorgunum, dizi seyrediyorum.” Üzerinde bir başka mesaj: “Bugün bir hata yaptım, pişmanım.” 15 sene sonra sanki Josh Harris’i selamlıyor bütün web
alemi.
Facebook, Twitter derken, perdelerin iyice kalktığı Chatroulette’i tartışıyor şimdi de dünya. Yıllar önce “Merhaba
ben Osman” cümlesi ile başlayan ‘public’ yaşamlarda, insanlar Josh’ın yeraltı deneyini anımsatırcasına her geçen gün özel hayatlarının perdelerini kaldırmaya başlıyor. Teknoloji sayesinde insan hayatının anlamını, değerlerini ve paylaşımlarını yeniden tanımlıyor. Diyalog şekil değiştiriyor.
* * *
Sam Warner’ın sesli sineması, 83 yıl sonra Cameron’un 3D Avatar’ına dönüştü. Kendini sinemanın teknolojisine adamış bu adam, George Lucas’ın Star Wars’unu ve Cameron’un 3D Avatar’ını ön koltuktan izleyebilseydi neler hissederdi acaba?
Kurzweil’in ‘teknolojik tekillik’ senaryosu gerçek olacaksa, Josh’un 83 seneye ihtiyacı olmayacak. 15 senede bu noktaya geldiysek, yakın geleceğimiz toplumun hayata bakışına radikal değişimler getirecek. Belki deneydeki gibi yıkıcı bir şekilde, belki de değil.
Değişen toplum, değişen değerler…Bizim tarafımızda ise bu yeni topluma seslenebilmek için kökten değişmesi gereken pazarlama dünyamız var. Enformasyon çağı, bildiğimiz dünyayı hızla yeniden harmanlıyor. Kartlar yeniden dağıtılıyor. Oyun briçe dönerken, Jerome McCarthy’nin 4P’li pazarlama dünyası elimizde pişti gibi sırıtıyor. Kesin olan şu ki; sessiz sinemada ısrar etmemizin bir anlamı yok. Sam Warner’lara destek olmamız gerekiyor.