Deneyimli Amerikalı reklamcı Ed McCabe der ki: “Rakiplerinizi adaletsiz bir şekilde yenmenin tek etik ve yasal yolu yaratıcılıktır.” Yaratıcılık, diğerleriyle eşit şartlara sahip olduğumuz bir yarışta bizi öne geçirebilen en büyük güçtür. Sürüden ayrışabilmemizi sağlayan belki de tek yetenek. Eğer bir yarışta küçük balıksanız ancak doğru bir strateji ve yaratıcılık sayesinde büyük balığı alt etmeniz mümkündür.
Yaratıcılık denince tabii ki aklımıza hemen kültür, sanat alanları geliyor. Oysa yüzlerce yıldır ürün, hizmet alanındaki rekabette kullanılır bu önemli silah. Sadece iş dünyasında değil, artık günümüzde dünyadaki kentlerin yarışında da yaratıcılık belirleyici bir faktör. Kültürel, doğal değerlerin oluşturduğu kent kimliğini yaratıcılıkla şekillendirmek, yaratıcılıkla başka noktalara evrilmesini sağlamak, McCabe’nin de dediği gibi, en yasal ve en etik yol. Tıpkı markalar dünyasında ya da kültür sanat aleminde olduğu gibi kentler arasındaki rekabet avantajını yakalamanın da en garantili yolu yaratıcılıktan geçiyor.
Marka kentler yarışı
Dünyada artık ülkeler yerine kentler yarışıyor. Ülkelerin en büyük değerlerinin başında ise marka kentler geliyor. Hatta pek çok marka şehir, ülkelerinden çok daha fazla tanınıyor. Örneğin İstanbul. Dünyanın pek çok yerinde Türkiye ile İstanbul kelimelerini aynı cümle içerisinde kullandığımda İstanbul’un çok daha büyük bir ilgi gördüğüne defalarca tanık oldum.
Kentlerin hızla markalaşma yarışına gitmesinin en önemli tetikleyicisi ise değişen turizm anlayışı. İnsanlar kentleri artık daha çok kültürel ve yaratıcı deneyimler için ziyaret ediyor. Kültür ve yaratıcılık, bir kentin kimliğinin oluşmasında ve sürdürebilir başarısında çok etkili. Bu yüzdendir ki senede 50 milyon turist çeken Paris’in yöneticileri bile hâlâ kültür ve yaratıcılık stratejilerine kafa yoruyorlar. Pek çok marka kent her yıl daha da yaratıcı strateji geliştirmeye devam ediyorlar.
Verilere baktığımızda Paris, Londra, Roma, Amsterdam, Barselona, New York, Los Angeles, San Francisco, Şanghay, Sidney yaratıcılıkta ve marka şehirler yarışında başı çekiyor. Bu kentlerin ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Şehrin simgesi haline gelmiş mimari ikonları, tasarımla elde edilen özgün atmosferleri; moda, sanat, spor, gastronomi gibi alanlardaki üstünlükleri… Tüm bu özellikler bu şehirlerin yaratıcı enerjilerini oluşturur.
20’nci yüzyıla damgasını vuran bir eser
Sidney Opera Evi, görüntüsü kadar yaratım sürecinde ve sonrasındaki hüzünlü hikâyesiyle de insanı etkileyen bir eser.
Avustralya’daki New South Wales Federal Hükümeti sanat performansları için 1956’da bir opera binası inşa etmeye karar verir. 1957’de uluslararası bir yarışma açılır. Yarışma 250’ye yakın başvuru alır. Çok ünlü mimarların da başvurduğu yarışmanın kazananı hiç tanınmamış genç bir Danimarkalı mimar olan Jørn Utzon olur.
Jørn Utzon, Sidney’i hiç görmeden projeyi tasarlamıştır. Sadece fotoğraflara bakarak, limandaki yelkenlilerden ilhamla başlar çizimine. Yutakan Maya Tapınaklarının mimarisi de tasarımını çok etkilemiştir. Utzon’nun yarışmaya gönderdiği, aslında tasarımdan çok basit bir çizimdir ancak çizim o kadar yaratıcıdır ki jüriyi çok etkiler ve yarışmayı kazanır Utzon. Yarışmayı kazandıktan sonra tasarımını geliştirmeye, tamamlamaya devam eder.
kendisi gibi Danimarkalı ama Londra merkezli bir inşaat şirketi olan Ove Arup & Partners ile inşaata başlar. Proje ilerledikçe tasarımdaki bazı noktaların inşa edilmesinin olanaksız olduğu görülür. Özellikle opera binasının dışındaki kabukların nasıl inşa edileceği sorusu mühendisleri uzun bir süre zorlar. Jørn Utzon, 1961’de bir yöntem önerir. Binanın çatısındaki yelken görünümlü kabuklar için İsveç’ten 1 milyondan fazla güneşte parlayan, antibakteriyel seramik getirilir. Sorun tamamen yeni bir teknoloji ve yeni bir malzemeyle çözülür. Bu nedenledir ki Sydney Opera House kendi teknolojisini de geliştirmiş bir eserdir. Ve mimari değeri kadar bir mühendislik harikası olduğu da kabul edilir.
İnşaatın 1963’te bitmesi öngörülür ancak tasarım ve mühendislikle ilgili sorunlar nedeniyle inşaat uzar. 1965’te Avustralya seçimlere gider. New South Wales Federal Hükümeti seçimini kazanan Liberal Muhafazakar Parti projeye son derece karşıdır. Yeni yöneticilerin projeyi iptal etme yetkisi yoktur ancak Utzon’a son derece baskı yaparlar. Çıkan anlaşmazlıklar, çatışmalar ve baskılar, mimar Utzon’un 1966 yılında projeden istifasıyla sonuçlanır. Utzon 10 yıldır emek verdiği projesini bırakarak ülkesine dönmek zorunda kalır. Hikâyenin en hüzünlü yanı ise Utzon’un eserinin tamamlanmış halini hiçbir zaman görmemiş olması.
Sonrasında projeye yeni bir mimar atanır. Opera binası, uzun ve zorlu bir süreçten sonra tamamlanır. Jørn Utzon istifa ettiğinde projenin büyük kısmı, özellikle kabukların inşaatı tamamlanmıştır. Başlangıçta 7 milyon dolar bütçeyle yola çıkılmış ancak Utzon ayrıldığında projenin maliyeti 23 milyon dolar civarına ulaşmıştır. 1973’te tamamlandığında ise maliyet 100 milyon doları geçmiştir.
Sidney Opera Evi 1973 yılında Kraliçe II. Elizabeth’in katılımıyla görkemli bir törenle açılır ama açılışa mimar Jørn Utzon davet edilmez, hatta açılış töreninde mimarın isminden de bahsedilmez. Ancak 1985’te bu hata telafi edilir ve Jørn Utzon’a Avustralya’nın en önemli nişanlarından biri olan “Companion of the Order of Australia” verilir. Utzon’dan Opera Evi’nin giriş kısmının yeniden tasarlanması rica edilir. 2006 yılında Jørn Utzon’un yeniden tasarlayıp tamamladığı bölümler nedeniyle Sidney Opera Evi Kraliçe II. Elizabeth’in katıldığı ikinci bir törenle yeniden açılır ancak Utzon bu kez de sağlık sorunları nedeniyle açılışa katılamaz.
Sidney Opera Evi kendisine 2003 yılında mimarlık alanındaki en prestijli ödül olan Pritzker Ödülü’nü kazandırır ama Jørn Utzon en önemli eserinin tamamlanmış halini göremeden 2008 yılında hayatını kaybeder.
Sidney Limanı’nın girişinde ismini bir Aborijin’den alan Bennelong Point bölgesinde yer alan Sidney Opera Evi 20’nci yüzyılın en değerli yapıları arasında gösteriliyor. 2007 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan eser her yıl bin 500 performansa ev sahipliği yapıyor ve 1,2 milyon seyirci ağırlıyor.
Sürdürülebilir yaratıcılık
2016’da kurumsal kimliği yenilenen Sidney Opera Evi için yeni bir yazı karakteri tasarlandı ve tasarlanan fonta Utzon ismi verildi. Söz konusu yazı karakterinin oluşturduğu görsel dil sadece logoda değil binadaki tüm etkinliklerde, performanslarda da kullanılıyor.
Sidney Opera Evi, Avustralya’nın Instagram’da en çok fotoğrafı paylaşılan noktası. Her yıl milyonlarca turisti çekiyor. Opera’nın yöneticileri ve ajansları zaman zaman kampanyalar düzenleyerek ziyaretçilere binanın içerisini de gezmesi için çağrıda bulunuyor. Özel bir yazılımla kişiselleştirilmiş mesajların gönderildiği, katılımcıları şaşırtan kampanyalar sadece binanın dışının değil, içinin de yaşayan bir değer olduğunu vurguluyor. Tüm bu kampanyalar ve yenilenmelerle her yıl artan sayıda insanı çekiyor sadece bir bina.
Dünya Mirası’na katkımız ne?
Sidney, opera binası yapılana kadar Avustralya’da sıradan, kasabadan hallice bir kenttir. Hatta rivayete göre 1956 Olimpiyatları Melbourne’e verilince New South Wales yöneticileri kendi eyaletlerinde de Melbourne kadar iddialı bir şehir olması gerektiğini tartışmaya başlarlar. Opera binasının yapım kararı bu tartışmalar sonucunda çıkar.
Binanın yapımı biraz sancılı ve uzun sürmüş olsa bile, günümüzde Sidney sadece Avustralya’daki kentlerle değil, dünyanın diğer önemli marka kentleriyle de yarışıyor. Öyle görünüyor ki bu bina bulunduğu şehre borcunu fazlasıyla ödemiş.
Binanın muhteşemliğine hayran kaldım. “Mükemmellik bizi teşvik eder’’ der Sir John Hegarty. Bu vesileyle kafamda uçuşan pek çok düşünceyi de okurlarımla paylaşmak isterim.
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde Türkiye’den de pek çok eser var. Tamamı bize binlerce yıl öncesinden kalmış eserler. Örneğin, İstanbul’un Tarihi Yarımada’sı.
Yazının başında da belirttim. Bir ülkenin en önemli değerlerinden birisi marka kentlerdir. Bizim İstanbul gibi bir şansımız var. Ama şu soruyu hep beraber sormamız lazım: Biz İstanbul’a gelecek nesillere miras bırakacak bir değer ekleyebildik mi? Bizans’tan, Osmanlı’dan gelen tarihi mirasın yanına biz ne koyabildik? İstanbul gibi bir dünya kenti yaşadığımız çağı da yansıtacak bir eseri hak etmiyor mu?
Yaratıcılık cesaret gerektirir
Geleceğe taşınabilecek eserler yaratmak ancak yaratıcılığı teşvik etmekle mümkün olabilir. Farklı renkleri, yetenekleri kucaklamakla bu rekabetin bir parçası olabiliriz. Yaratıcı insanları tek kalıba sıkıştırmaya çalışmak yerine, korkusuzca renklerin çoğalmasını teşvik etmeliyiz.
Ülke ekonomilerinden çok şehirlerin ekonomilerinin yarıştığı bir çağdayız. Bu çağın gereklerini yerine getirebilirsek sadece İstanbul değil pek çok kentimizde çağı yansıtacak ve dünyaya miras kalacak eserler yaratabiliriz.
Bu yazı ilk olarak Ad Hoc’un Eylül 2019 sayısında yayımlanmıştır.