Sürdürülebilir insani kalkınma kulağa hoş geliyor, değil mi? Fakat bu terim, çoğu zaman, parlak raporların ve konferansların jargonundan öteye geçemiyor. Gerçekten sürdürülebilir bir toplum inşa etmek istiyorsak, ekonomik büyümenin yanı sıra toplumsal değerlerimizi ve insan ilişkilerimizi geliştirmemiz gerektiğini kabul etmeliyiz. Temel değerler olan güven, şeffaflık, adalet ve hesap verebilirlik, bu yolculuğun olmazsa olmazları. Ancak bu değerlerin gerçekten hayata geçirilmesi, düşünme ve iletişim yeteneklerimizin ne kadar gelişmiş olduğuna bağlı.
Düşünmek, zahmetli fakat ödüllendirici bir iştir. Hannah Arendt’in vurguladığı gibi, düşünebilmek için öncelikle düşünmeyi seçmek ve bir düşünme niyeti içinde olmak gerekiyor. Bu süreç, inanç ve kanaatlere minimal dayanakla, yani “bana göre, benim inancıma göre” demekten ve genellemelerden kaçınarak, nesnel bilgi edinme ve akıl yürütme yetilerimizi kullanarak ilerler. Gerçek anlamda düşünme, zihinlerimizi mevcut yargılarımızdan ve özellikle önyargılarımızdan uzaklaştırarak, bilgiyi derinlemesine analiz edip yorumlamayı gerektirir. Karşılaştığımız sorulara vereceğimiz yanıtlar, doğruyu ve gerçeği bulma çabamız seçtiğimiz düşünce yöntemi ve paradigmasına, hayata nasıl baktığımıza ve bizim için neyin değerli olduğuna bağlıdır.
Düşünme ve yargılama kapasitemizi geliştirmek için sadece başkalarıyla ilişkilenmek değil, aynı zamanda onlarla etkili bir şekilde iletişim kurmak zorundayız. Hayatın sürekliliği, kendi çıkarlarımızın ötesinde, yollarımızın başkalarının yollarıyla kesişmesiyle mümkün olur. Çoğu zaman, karşılaştığımız zorluklara kestirme yollardan, yüzeysel çözümlerle yaklaşıyor, yenilikçi olmaktan kaçınıyoruz. Düşünme yeteneğimiz, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal sorunlara yaratıcı çözümler bulmamızı sağlar. Ancak, bu yeteneği ne kadar etkin kullanıyoruz? İşte burada eleştirel düşünme devreye giriyor; ancak bu, eğitim sistemimizin ve medyanın bugünkü hali yani niteliksizliği ve yetersizliğiyle kolayca kazanılacak bir beceri olmaktan oldukça uzak görünüyor.
İletişim, özgürlükçü, kapsayıcı, eşitlikçi ve paylaşımcı bir şekilde gerçekleştiğinde birbirimizi anlamamızı, birlikte yaşama kültürünü inşa etmemizi ve barış içinde yaşamamızı sağlar. Bu nedenle iletişim, vazgeçilmez bir ihtiyaç ve temel bir haktır. İnsanlar, başkalarıyla kurdukları ilişkiler sayesinde düşüncelerini geliştirir ve duygularının farkına varır. Düşüncelerini ve duygularını özgürce ifade ettikçe, olgunlaşır ve kendi varoluşlarını gerçekleştirir. İletişimin bu olağanüstü zenginleştirici gücüne, edilgen bir konumdan ziyade, eşitlikçi etkileşimlerde aktif bir birey olarak ulaşabiliriz. Kendini değerli hisseden her bireyin özsaygısı gelişir, yeni şeyler öğrenme arzusuyla bilgi arayışına girer ve özgün fikirler üretir. Fakat ne yazık ki gerek kişiler arası gerekse toplumsal olarak İletişim, günümüzde sıklıkla manipülasyon ve baskı aracı olarak yanlış kullanılıyor. Medya ve politika arenasında, bilgiler sürekli olarak çarpıtılıyor; bu da toplumsal kutuplaşmayı ve anlayışsızlığı körüklüyor. Etkili iletişim, farklı fikirleri ve bakış açılarını kucaklamak ve ortak zeminler bulmak için gereklidir. Ancak, bu çaba sık sık çok çeşitli iktidar oyunlarının gölgesinde kalıyor.
Güven inşası
İletişimde, ötekileştirme de hayatın ve iletişimin sürdürülebilirliğini tehdit eden başlıca engellerden biri. Ötekine bakış açımız ve ona yönelik yargılarımız, nasıl bir ilişki ve iletişim kuracağımızı ve dolayısıyla kendi varoluşumuzu şekillendirir. Diyalog ve tartışma kültürümüzü yeniden canlandırmamız şart. Egemen-bağımlı temelli ilişkiler, paylaşım odaklı sağlıklı iletişimler oluşturamaz. Ayrıştırıcı ve aşağılayıcı tutumlar yerine, farklılıklar arasında benzerlikler bulup çoğaltarak, sürdürülebilir bir hayata kapı aralamalıyız.
Güven, açık iletişim kanalları olmadan inşa edilemez. Toplum üyeleri arasındaki güven, daha açık ve yapıcı diyaloglara olanak tanır ve insanları karar alma süreçlerine daha aktif katılmaya teşvik eder. Şeffaflık ise, yönetimlerin karar ve eylemlerinin açık bir şekilde, göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatır. Gerçek şeffaflık, vatandaşların politik süreçlere aktif olarak katılmasını ve yöneticilerden hesap sormalarını mümkün kılar. Adil sistemler, herkesin kendi potansiyelini gerçekleştirmesine olanak tanırken, hesap verebilirlik, karar vericilerin sorumluluklarını pekiştirir ve kaynakların doğru kullanılmasını sağlar.
Çözümün parçası olmak
Sürdürülebilir insani kalkınma, katılımcı ve demokratik bir sistemde, insan ve çevre uyumu üzerine kurulu olmazsa başarılamaz. İletişim, bu süreçte temel bir insan hakkı olarak işlev görür. İnsan hakları standartlarının uygulanması, ancak demokratik, katılımcı, eşitlikçi iletişim olanaklarıyla sağlanabilir.
Sonuç olarak, sürdürülebilir insani kalkınma sadece devletlerin veya büyük kuruluşların değil, her bir bireyin katkılarıyla mümkün. Kendimizi geliştirmek, daha bilinçli düşünmek ve iletişim kurmak, bu büyük değişimin başlangıcı olabilir. Sorunları yalnızca gözlemlemek yerine, çözümün bir parçası olmaya ne dersiniz? Bu çağrı, sadece bir düşünce değil, her birimizin hayatında somut adımlar atmamız gereken bir davettir. Yaptığımız seçimler ve kurduğumuz ilişkilerle sürdürülebilir bir geleceği inşa etme gücümüz var. Bu yolculukta, her adımımızın, her sözümüzün ve her düşüncemizin, daha iyi bir dünya yaratma çabamıza katkı sağladığını unutmamak önemli.