Street art, Türkçe anlamıyla sokak sanatı, bazıları tarafından yasadışı bir faaliyet. Hatta vandalizm olarak değerlendirenler var. Ancak benim de içinde bulunduğum çoğunluk için sokak sanatı, dünyanın sorunlarına kamusal alanlarda dikkat çekme, çözüm arama çabasıdır. Yoksulluğa, adaletsizliğe, gelir eşitsizliğine, baskılara, siyasetçilerin yaptıkları haksızlıklara, devletlerin dünyaya, çevreye verdikleri zararlara, savaşlara karşı bir başkaldırı, özgün bir duruştur. Tabii ki tamamının bu amaçla icra edildiğini iddia etmiyorum. Ancak dikkat çeken, insanların tanıdığı sokak sanatçılarının hemen hepsi bu kategoriye giriyor.
Aslında duvar resimleri insanlığın sanat yolculuğundaki ilk adımlarıdır. İnsanlık tarihi kadar eski bir iletişim aracı. Göbeklitepe’den Mısır Piramitlari’nin iç duvarlarına ve Pompei’deki duvar yazılarına, geçmişin izlerini günümüze kadar ulaşmış bu duvar resimlerinde ararız. Bilim insanları o dönemlerin medeniyet şifrelerini bunları analiz ederek çözmeye çalışır. İnsanlık kültürünün en büyük mirasıdır duvarlardaki bu yazılar ve resimler. Ya da geçmişe dair insanlığın elindeki yegâne bellek.
Sessiz bırakılanların konuştuğu alanlar
İnsanlığın kültür şifrelerini barındıran bu ilk sanat adımları tarihin her döneminde karşımıza çıkar. Sokak sanatına dönüşmesini ise 1950’li yıllarda görürüz. İnsanlığın kendini ifade ettiği, geleceğe miras bıraktığı duvar yazıları 1950’lerde New York sokaklarında karşımıza graffiti olarak çıkar. Özellikle Bronx ve Queens gibi semtlerde ezilenlerin-dışlananların sesi, ötekilerin feryadı olarak.
Evrimin güzergahı yazılardan kavramsal betimlemelere doğru
Yazıdan kavramsal betimlemeye geçişin yaşandığı 1980’li yıllarda ise graffitiler duvar resimlerine dönüşmeye başlar. Zamanla New York’taki bu akımdan Avrupalı sanatçılar da etkilenir. Bir Fransız grafik sanatçısı olan Blek le Rat, Paris sokaklarına taşır bu akımı. Banksy’nin de en büyük ilham kaynağı olan Blek le Rat bu alanda ilk isim yapan sanatçıdır. Blek le Rat, şablon graffitinin de babası olarak kabul edilir.
Dünyanın sorunlarını sokaklara taşıyanlar: Sokak sanatçıları
Şehirler, kasabalar, mahalleler, sınırlar, sokaklar, duvarlar… Kısacası tüm kamusal alanlar. İnsanın geçtiği her yeri tuval olarak kullanır sokak sanatçıları. Onların sanatlarıyla buluşmak için aracıya, galerilere ihtiyaç yoktur. Ödemeye gerek duymazsınız. Dünyanın en çok izleyicisine sahiptirler. Bu da onları alabildiğine özgürleştirir. Hiç beklemediğiniz zamanlarda, köşelerde bazen sarsıcı bir şekilde buluştururlar sanatlarıyla. Sarsıcı, çünkü sanatlarında sadece güzellikleri değil, yüzleşmekten kaçındığımız çarpıcı gerçekleri de görürüz.
Onların en büyük ilham kaynağı dünyadır. Bu koca dünyanın koskocaman sorunlarını sanatlarıyla sokaklara taşırlar. Sokaklarda çözüm ararlar. Çevre felaketleri, savaşlar, dini çatışmalar, yoksulluk, gelir eşitsizliği… Onlar, ezilenlerin sesi, ötekilerin feryadıdır genellikle.
Bazılarının ismini biliriz. Ama çoğunun kimliği gizlidir. Kimi zaman savaşın yıkıcılığından tükenmiş, her şeyini kaybetmiş, topraklarını terk etmiş, hiç tanımadıkları ülkelerde yaşam mücadelesi veren savaş mağdurlarının sesi olurlar. Bu insanlar için empati duygusunu harekete geçirmeye çalışırlar. Tıpkı Banksy gibi.
Örneğin, Banksy’nin birkaç yıl önce Fransa’nın Calais kentindeki bir mülteci kampına resmettiği eser bunun en güzel örneklerinden biridir. Fotoğrafta da gördüğünüz gibi bu eserde Apple’ın kurucusu Steve Jobs’ın elinde Machintosh bilgisayarın ilk modellerinden biri, sırtında ise bir çuval vardır. Uzun zamandır Massive Attack grubunun üyelerinden Robert Del Naja olduğu iddia edilen Banksy bu eseri yaptıktan sonra yaptığı yazılı açıklamada göçmen düşmanlığına dikkat çekmiştir: “Göçmenlerin kaynakları tükettiğini düşünürüz. Ama Steve Jobs, Suriyeli bir göçmenin oğluydu. Apple, dünyanın en kârlı şirketi ve yılda 7 milyar dolardan fazla vergi ödüyor. Böyle bir şirket Suriye’den genç bir adamın gelmesine izin verildiği için var.”
‘Big Trash Animals’ sergisi
Ünlü Portekizli sanatçı Arturo Bordalo’nun eserlerinde ise insanlığın açgözlülüğünden yılmış, tükenmiş doğanın çığlığını duyarız. Eserlerinde imza olarak Bordalo II kullanan Arturo tüketim çılgınlığına savaş açmış, sürdürülebilir bir yaşam için mücadele eden aktivist bir sanatçı. Çöplerden, fabrikalardan topladığı objeler, metaller, lastiklerle yaptığı üç boyutlu hayvan görselleri ile “Big Trash Animals” etkileyici bir sergi. Serginin parçaları, başta Portekiz olmak üzere Avrupa’nın çoğu şehrinde karşınıza çıkabilir. Bordalo’nun hayvanları bazen Porto’da köşe başını dönerken bir tavşan olarak size gülümser. Ya da Lizbon’daki Modern Sanat Müzesi’nin girişinde sizi müzeye buyur eden bir ayı olarak karşınıza çıkar. Londra’da Shoreditch’te telaşla metroyu yakalamaya çalışırken metallerden yapılmış bir fare görürseniz şaşırmayın. Ulaşabildiği her yerde Arturo Bordalo insanlığa seslenir: “Tüketim deliliği ve materyalizm gezegenimizin sonunu getiriyor.” Onun eserlerinde aslında duymamız, görmemiz gereken doğanın çığlığıdır.
‘Savaşmayın! Siz kardeşsiniz…’
Fransız sanatçı JR ise sokaklarında savaşların, çatışmaların sürdüğü pek çok ülkededir. O duvarları boş, graffiti ve postersiz ülkelerin demokrasi yoksunu olduğuna inanıyor. JR’a göre sokak sanatı aynı zamanda ifade özgürlüğü arayışı. Bu yüzdendir ki kendisini nerede savaş, haksızlık varsa orada görmeniz mümkün. Brezilya’da uyuşturucu çeteleri tarafından öldürülen varoş mahallelerdeki çocukların annelerinin gözlerini resmedip gecekondu tepelerine yapıştırırken… Meksika’dan Amerika’ya geçerken sınırda vurularak ölen insan fotoğraflarını bir duvara asarken… Ya da Filistin’de, İsrail’de savaştan yorgun düşen insanların fotoğraflarını sınırdaki duvarlarda sergilerken… Sponsorsuz, desteksiz…
Bazılarının kamusal alanları ihlal ettiğini düşündüğü sokak sanatçıları benim için hiç bilmediğim şehirlerin kültürlerini aktaranlardır. Tanımadığım insanlarının feryadıdır. İlham veren bir keşiftir, yolculuktur. Benim için sokak sanatı çağdaş bir sanat olmanın ötesinde kent kültürünün dinamik ve özgün bir şekilde kamusal alandaki yansımasıdır. Bu yüzdendir ki bir şehre gittiğimde metroya biner ve hiç bilmediğim bir durakta inerim. Sokakları keşfederim. Ve bunu hepinize de şiddetle öneririm.
Bu yazı ilk olarak Ad Hoc’un Temmuz 2019 sayısında yayınlanmıştır.