Tarih boyunca insanlık birçok salgın hastalık atlattı. Bu salgın dönemlerine baktığımızda bugün yaşadıklarımızla benzeşen davranış örüntüleri görmek mümkün. Örneğin frengi salgınları. Frengiden etkilenen her ülke salgın için komşu/düşman ülkeleri suçlamış. Bugünkü Almanlar, İtalyanlar, İngilizler frengiye “Fransız hastalığı”; Fransızlar “İtalyan hastalığı”; Ruslar “Polonya hastalığı”; Polonyalılar ise “Alman hastalığı” adını vermiş. Türkler de “Hristiyan hastalığı” terimini seçmiş. Veba salgınlarında ise fatura en yakındaki yabancı Yahudi azınlıklara çıkarılmış ve onlara zulmedilmiş.
Mikroptan kaçınma güdüsüyle safları sıkıştırma, “biz”den olmayanları uzaklaştırma arasında birçok deneyle gösterilmiş direkt bir ilişki var. Türkiye’de ve dünyada son aylarda onlarcasını gördüğümüz haberler benzer bir süreçte olduğumuzu gösteriyor. Bu manada uzunca sürecek küresel bir sınavdan, bir stres testinden geçtiğimizi düşünebiliriz.
Sağlıklı kararlara engel
Stres konusunda ilk akla gelen uzmanlardan, Zebralar Neden Ülser Olmaz kitabının yazarı Prof. Robert Sapolsky, CNN’e corona kriziyle ilgili yaptığı açıklamada uzun süren stresin kişilerin, kurumların, toplumların karar mekanizmalarını nasıl bozduğunu anlatıyor: Yoğun stres anında vücut bütün uzun vadeli operasyonları durdurup sağkalıma odaklanıyor. Sindirim, üreme, büyüme… Hepsi baskılanıyor, bütün enerji kalp ve kaslara, duyulara aktarılıyor. Neden?
Bir kaplan tarafından kovalanan bir zebrayı düşünün. Önce bu saldırıdan sağ kurtulması lazım, tüm imkanlâr buna seferber edilmeli. Geri kalan her şey kurtulduktan sonra tekrar aktive edilebilir. Aynı sistem bizde de var. Tek farkla, biz bu tepkiyi kısa süreli “savaş-veya-kaç” durumlarının dışında modern yaşam sebebiyle çok uzun süre yaşayabiliyoruz. Ve kısa dönemde avantajlı olan bu savunma mekanizması uzun süre aktif kaldığında fiziksel ve bilişsel sorunlara sebep oluyor. O yüzden zebralar değil biz ülser oluyoruz. Corona krizi kaynaklı yoğun stres, bireylerin ve bağlantılı olarak kurumların ve toplumların sağlıklı karar alma mekanizmalarını paralize ediyor. Öncelikle daha dürtüsel, daha kısa vadeci ve kararlarımızda daha az esnek oluyoruz. Alışkanlıklarımıza daha sıkı sarılıyor, hızlı değişen koşullara adapte olmakta zorlanıyor, aynı hataları tekrar etmeyi tercih ediyoruz. Yukarıda örneklerini gördüğümüz üzere hıncımızı en yakındaki zayıflardan çıkartıyoruz, “biz” haresi daralıyor, daha dışlayıcı ve egoist oluyoruz.
Şöyle diyor Sapolsky: “Beynimizin yoğun stres altında çalışma şeklini değiştiremeyiz. Ama zihnimizin bu dönemde bize oynadığı bu oyunlara karşı -bireysel, kurumsal, toplumsal- uyanık olabiliriz, olmalıyız.” Ama nasıl?
Sürü güdüsü – Kıtlık etkisi – Kontrol ihtiyacı
Corona sebebiyle oluşan tuvalet kağıdı paniğini Guardian için inceleyen davranış bilimciler Prof. Liam Smith ve Dr. Celine Klemm üç bildik motivasyonu işaret ediyor. Cialdini’den hatırlayacağınız sosyal kanıt/sürü güdüsü, kıtlık etkisi ve en önemlisi kontrol ihtiyacı. Corona krizi bizim için yeni ve ne yapacağımızı bilmiyoruz ama bir şeyler yapmak ve hayatımızı kontrol altında tuttuğumuzu hissetmek istiyoruz. Evi tuvalet kağıdıyla doldurmak yararsız ama kontrol ihtiyacını kompanse ediyor.
Kanımca kilit nokta kontrol duygusu ve bunu tuvalet kağıdı stoklayarak da yapabilirsiniz, Nagehan Tokdoğan’ın viral olan çabası gibi apartmanınızdaki yaşlıların alışverişlerine destek olarak da.
Ben Brechtyen bir gelenekten geliyorum, sanırım davranışçı bilimin bana yakın gelmesinin sebeplerinden biri bu. İnsanlar, toplumlar özleri itibarıyla iyi ya da kötü değildir. Davranışları özellikle de kritik anlardaki davranışları onların kim “olacağını” belirler. Bu kriz er geç bitecek. Biz; kişiler, kurumlar, markalar… Bu süreçte atacağımız bencil veya diğerkam adımlarla kendimizi ve geleceği kuracağız. Geleceğimizin kontrolü hâlâ elimizde.
Cem Akaş’ın tweet’iyle bitireyim: “Antropolog Margaret Mead’e uygarlığın ilk işareti nedir diye sormuşlar, ‘kırılıp iyileşmiş uyluk kemiği’ demiş: ‘Doğada hiçbir hayvan kırık kemiği iyileşene kadar hayatta kalamaz; iyileşmiş kemik demek, birisi o insanın bacağını sarmış, onu güvenli bir yere taşımış iyileşene kadar da ona bakmış demektir. Zor zamanında birisine yardım edilmesiyle başlar uygarlık.'”