Önceki yazıda 1001 Gece Masalları’ndan başlayarak hayal imalatçılarımız ve tacirlerimizin yüzyıllar boyunca hep en heyecanlı yerinde keserek masalları, romanları, dizileri bize sunduklarını vurguladık. Ve de Netflix’le özdeş karşımıza çıkan yeni bir kültürel alışkanlıkla neredeyse ezelden beri süren bu anlatı tarzının değişmeye uğramak üzere olduğunu ekleyip bunu tartışmaya söz vererek noktaladık. En heyecanlı yerinde kestik yani! Oradan devam.
İlk söz: Eğer Netflix olsaydı, Şehrazad da canından olmuştu!.. Hükümdar Şehriyar, masalların hepsini art arda içinde barındıran bir metni ya da kaydı elinin altında bulsa Şehrazad’la ilk geceyi geçirdikten sonra onu cellada teslim edip kendi kafasına göre takılacaktı. Şehrazad’ın her gece en heyecanlı yerinde kesmeyi planladığı öykülere, merak iştahını anında tatmin edecek geçişlerle hep yeniden, yeniden bağlanacaktı.
Yüzyıllar önce olsaydı Şehrazad’ı canından edebilecek bu durum, bugün televizyon dünyasını ve onunla karşılıklı bağ içindeki reklam endüstrisini can evinden vurabilecek bir dinamikle karşımızda. 1997 yılında mütevazı bir online DVD satış şirketi olarak doğuş bulmuş Netflix, daha sonra doğrudan internet üzerinden abonelik temelinde film ve dizi akışı sağlayıp yakınlarda da kendisi (“House of Cards” gibi) orijinal içerik üretir olduğu noktada televizyon seyir alışkanlığının radikal şekilde değişmesine öncülük eder hale geldi.
Aslında bu, epeydir gizli-saklı, yasak-korsan süregelen fiili bir durumdu. Netflix, bu fiili durumu meşru çerçeveye oturtan ticari bir hamle sadece.
Bildiğimiz televizyon değişti
İnternet ortamı hepimize işitsel-görsel her tür içeriği istediğimiz şekil ve hızda izleme, tüketme imkânı veriyor. Mesela dizileri istediğimiz yerde durdurup seyretmeyi kesebilir, sonra tekrar kaldığımız yerden devam edebiliriz. Ama yine istersek onları en heyecanlı yerinde kesildiği yerden hiç beklemeksizin diğer bölüme geçerek üst üste birkaç bölüm hatta bir sezonu tümüyle (gözlerimiz kan çanağına dönse de) izleyebiliriz.
Böylesi bindirme-seyrin (binge-watching) keyfiyle olduğu kadar zararlarıyla da önünü açmış bir “dijital” teknolojik dünyamız var bugün. Yazılı, sözlü, görsel her tür içeriğin bir yasal kontrol ya da takibata da elvermeyecek hızda adeta boşluğa püskürtülürcesine siberuzaya aktarımı, bildiğimiz televizyon seyrini radikal biçimde etkiledi, değişikliğe uğrattı. Televizyon seyri internet dolayımıyla kişiselleşti ve mobilleşti. “Seyirci topluluğu” (audience) atomize oldu. Gerçek-zamanlı televizyon seyri zorunluluk olmaktan çıktı.
Bu zorunluluk kalkınca bir kurgusal içeriği haftalar boyu hep en heyecanlı yerinde herkesi merakta bırakacak noktada kesmenin ne anlamı, ne gereği, ne de cazibesi var artık. Bir diziyi birkaç ay sabredip sonra topluca, hiç en heyecanlı yerinde kesilmeksizin sezonluk izlemenin hazzı ağır basar oldu. Zaten her biri ayrı zaman aralıklarında karşımıza çıkan yapımlarla sürekli akış arz eden dizi endüstrisi, seyircinin kendine özgü bir izleme planıyla ürünleri anında değil geriden, ama “bindirme” yaparak izleme tercihini gayet işlevsel kıldı, yaygınlaştırdı.
Cliffhanger’lar önemini yitiriyor
Süreç elbette gerçek-zamanlı seyre dayanan “lineer” televizyon yayıncılığını ve onu hem besleyen hem de ondan beslenen reklam endüstrisini kritik bir noktaya getirdi. İçerik ne kadar çekici olursa olsun, seyirciyi haftalarca “hatta tutacak”, dolayısıyla reklam çekecek “merak-heyecan kancaları” (cliffhangers) atmanın önemi azalıyor. Tefrika roman dönemi nasıl kapandıysa, tefrika dizi dönemi de kapanıyor. Televizyoncusu da, reklamcısı da, dizi yapımcısı da, senaristi de bu duruma, yani “dijital yeni normal”e göre hareket etmek zorunda artık.
Tabii bu söylenenler daha çok 30 ila 60 dakikalık sürelerle yayında olan yabancı diziler açısından söz konusu edilebilir. 150 dakikaya varan yerli dizilerimizin hali, bundan tamamen bağımsız olmamakla birlikte yine de farklı bir yaklaşım ve değerlendirmeyi gerektiriyor. Onu ayrıca ve başlı başına ele almak durumundayız. Olur ama biz hâlâ inatla en heyecanlı yerinde kesip gelecek sayıda devam edelim!