Gökgürültüsünün sesiyle bir an yerinden zıpladı. Şaşkınlık ve endişe dolu ifade, yerini hızla bir gülümsemeye bıraktı. “Fena dalmışım” diye düşündü.
Çalışma odasını toparlamak… Yağmurlu ve fırtınalı bir pazar gününü değerlendirmek için ideal bir iş olabilirdi. Masa ve kütüphaneler dolup taşmıştı. Kağıtların hışırtısı fonda çalan müziğe ve dışarıdaki gri pazar gününün fırtınasına karışıyordu. Bayağıdır dokunmadığı dolapların derinliklerinden yıllar önce yaptığı bir sunumun çıktılarını bulmuştu. Bir tanesinin başlığı çok havalıydı: Pazarlamada mesajı itme devri geride kaldı. “Vay vay vay. Ne kadar da iddialı bir söylem olmuş” diye düşündü. Eh, o kadar yıl önce resim böyle gözüküyordu demek ki… Oysa tarih bunun gibi pek çok yanılgıyla doluydu. Örneğin, İngiliz Müzik Sanayi Birliği’nin (BPI), 1980’lerdeki ünlü kampanyası “evlerde radyolardan kasetlere yapılan kayıtların müzik endüstrisinin sonunu getireceğini” iddia ediyordu. Birisi onlara dijitalleşmeden bahsetse nasıl bir tepki verirlerdi acaba, diye düşündü.
Müzik ve film endüstrileri gerçekten de ‘direkten dönmüştü’. Bugün gelinen nokta, öngörülmesi pek de kolay olmayan bir formüldü. Müzik, artık satın alınan bir şey olmaktan çıkmıştı. Aylık belirli bir ücret ödeyen herkes, sınırsız ve istediği kadar müzik, film, dergi gibi içerikleri tüketebiliyordu. Yıllar içinde kitaplar, dergiler, filmler ve müzik tümüyle dijital ortamda tüketilir hale gelince müzik ve multimedya satış şirketleri de büyük bir sıkıntıya girmişti. Önceleri hard disklerde saklanan içerik, tümüyle online tüketilir hale gelmişti. Otomobillerde bile CD veya mp3 çalar bağlantıları gibi mekanizmalar tarihe karışalı çok olmuştu. Artık araçlar wireless networkler üzerinden dev müzik arşivlerine bağlanıyor, kullanıcının sesli komutuna göre istediği şarkıyı veya albümü anında çalmaya başlıyordu.
Zaman içerisinde “Ayda XX TL ver, istediğin yerde istediğin kadar tüket” modelleri yaygınlaşmış, en sonunda da elektrik ve su gibi aylık standart giderler kalemine eklenivermişti. Bu gelişme, insanların ‘korsan içerik indirme’ alışkanlıklarının da sonunu getirmişti. Kimse artık o kadar uğraşmak istemiyordu zaten.
Blu-Ray ve USB bağlantılı hard diskler, bilinen son kişisel depolama cihazlarıydı. Yeryüzünde bir şey depolamanın anlamı da kalmamıştı.
Pazarlama dünyasında da belirli öngörülerin yanlış olduğu yıllar içerisinde fark edilmişti. Uzunca bir süre ‘mesajı itme’ formülünün yanlış olduğu, hedef kitlelerin artık bir uyanışta olduğu ve seçimlerini özgürce yapmak istedikleri, interaktivite peşinde oldukları yazılıp çizilmişti. Oysa gerçek zamanla anlaşılmıştı; insanların yaptığı, enformasyon çağı ile birlikte sadece bir ‘çığlık’ atmaktı. İnteraktivite ve seçimler yapabilmek güzeldi, ama temelinde mesajın itilmesinde de bir problem yoktu. “Mesajın alakasız yer ve zamanlarda ve ısrarcı bir şekilde” yağdırılması ise başlı başına bir sıkıntıydı. Aslında konunun uzmanları tarafından ‘yönlendirilmek’ tercih edilebilirdi. Hatta sanılanın aksine, her geçen gün buna daha çok ihtiyaç duyuyorlardı.
Enformasyon çağı, önce ‘sınırsız seçim ve özgürlük’ temasıyla seslenmişti. Bu tatlı sarhoşluk önce bir ‘toplumsal ego parlamasına’ yol açmış, ancak sonrasında insanlar bu bilgi ve özgürlük seli altında boğulma tehlikesi atlatmışlardı. Her şeyden çok fazla vardı. Her bir seçim başka bir şey söylüyordu. Ayrıca, ‘ilgi duydukları alanlarda’ düzenli olarak bilgilenmek, yeniliklerden ‘onlar aramak zorunda kalmadan’ haberdar olmak istiyorlardı. Bu da pazarlama iletişimini ‘yeni itme çağı’ olarak da adlandırılabilecek ‘dev filtreler’ dönemine getirdi.
Hayat artık dev bir database’den ibaretti. Ve bu database’in üyesi olanlar, seçimleri ve filtreleri altında mutlu bir hayat sürüyorlardı. Yeni çağın bilgi seli içinde akıllı barajlar inşa etme imkanı vardı. Bu barajların bazılarını kendileri inşa ediyorlar, bazılarını da sistem, insanların davranışlarına göre gelişmiş tahmin sistemleri eşliğinde otomatik olarak yapılandırıyordu. Bir zamanlar Amazon.com’un ‘bunu seçtiyseniz, bunları da seversiniz’ önerileri, şimdi hayatın omurgasına yerleşmişti. Bu geçiş sanıldığı kadar da kolay olmamıştı. George Orwell’in 1984’ü, “Büyük Birader Bizi Seyrediyor”lar gündemden hiç düşmemiş ve özgürlük şemsiyesi altında aslında insanların kontrol altına alındığı iddiaları tartışılıp durmuştu.
Ancak Bilgi Obezi olmuş toplumlarda, kolesterol seviyesi hızla yükselmiş ve geniş tabanlı bir tatminsizlik oluşmuştu. On binlerce video kanalı, milyonlarca kişisel bilgi platformu gibi sınırsız seçimler ve kaynaklar, doğruya hızla ulaşabilmek isteyen insan için sanılandan da büyük bir yüktü.
**************
Geleceği öngörebilmek çok da kolay değildi. Birçok tahmin yapılmış ve tartışılmıştı. Ama hayat her zaman yepyeni sürprizler hazırlamış ve onu şaşırtmaya devam etmişti. Evrimin en güzel yanı da buydu belki de.
Gözlerini kapatıp geçmişi düşündü. Çocukluğunda Pazar sabahları Voltran seyrettiği anlar, gençliğinde köşedeki jetonlu telefon kulübesinde beklediği sıralar, tuğla boyutlarındaki ilk cep telefonu, Facebook yılları, Elektrik Devrimi, BüyükBirleşme çağı ve Cam Oda gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti.
Ondan önceki jenerasyon radyo başında H.G. Wells’in uzaylılarını düşlüyordu. Kendi jenerasyonu ise 1999 yılı geldiğinde Ay’da koloniler kurup uzaylılarla çay partileri yapacağını hayal etmekle meşguldü. Şimdiyse “bir zamanlar Facebook diye bir şey vardı” diyebiliyordu küçüklerine. “Fenerbahçe maçına bağlan” diye seslendi.
Odanın duvarındaki kübik resim, yerini yavaşça dolu bir stada ve coşkulu bir kalabalığın görüntülerine bıraktı. Ekranın altında taraftarlar ve spor yazarlarının yorumları geçiyor, soyunma odasından çıkmak üzere olan futbolcular, maçı kazanacaklarından emin olduklarını söylüyorlardı. Neyse ki, en büyük aşklarından biri hâlâ buradaydı.