Sahilde bir beden bulunmuştur. Mahalleden bir çocuk veya yoldan geçen biri fark etmiştir. Kahramanlarımız geldiğinde polis olay yerindedir ve onların gelişinden hiç de memnun değildir. Bu arada 10 yılda bile zor çözülecek vakayı, kahramanımız keskin zekasıyla çoktan kavramıştır bile. (Ama bölümün sonuna kadar bunu bizden saklayacaktır.)
Tanıdık geldi değil mi?
Amerikan TV endüstrisinde polisiye/suç/mafya eksenindeki diziler neredeyse hep aynı şablonla hazırlanır. Yıllardır bu diziler reyting listelerinde üst sıralarda yer alır.
Şaşırtıcı ama biz de bu şablon programları tekrar tekrar izlemeye bayılırız. Tıpkı Toy Story veya Lion King’i onlarca kez el çırparak izleyen çocuklar gibi.
TV ve sinema dünyası formüllere dayanır. Yazılmaları bile.
Hollywood senaryolarında 12 punto “courier” font kullanılır. Letter boy kağıda (tek taraflı olarak) yazılır. Action ve Dialogue diye ikiye ayrılan metinde Action “geniş zamanla” yazılır ve bir sayfası 1-1,5 dakikalık bir çekime denk gelmelidir.
Müzik dünyası da formüllere dayanır. Yeri gelmişken, hit çıkartmanın formülü hiç de karmaşık değil: intro/ verse/pre-chorus/chorus (refrain). Ülkemizde bir pop hit adayı genelde uzun introya sahip olmamalıdır. Prodüksiyonda vokal her zaman ön planda tutulur. Nakarat (chorus) olabildiğince tekrarlanır.
“Herkesi hedefliyorsan nakaratı basit tut” formülü hep akılda tutulmalı, olabildiğince basit bir nakarat yaratarak hafızaya yapışma sağlanmalıdır. (Bkz: Kuzu Kuzu, Aramazsan Arama, Hüp…)
Çaresiz kalırsanız, altta 9/8 ritm ise her zaman piste çağıran ve toplulukların yapıştırıcısıdır.
Aynı soruyu soracağınız bir İngiliz, “Verse-Chorus-Verse-Chorus-Bridge- Chorus” cevabını verebilir. Formülün ülkeden ülkeye ve türden türe değişiklik göstermesi de doğaldır. Yönetici için bilinmesi gereken en hassas konu ise şudur: Formüller bir gecede değil, çevresel faktörler ve tetikleyicilerle birlikte zamanla değişir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında endüstri çağı, aynı zamanda fabrikalar çağıydı. Geniş topluluklar fabrikalarda çalışıyor; Liverpool, Manchester gibi sanayi şehirleri endüstriyel rock müziğin doğuşuna şahit oluyordu. Ağır metal sanayiindeki seslerin 70 ve 80’lerin müziğini etkilemesi şaşırtıcı değildi.
Hayatın içindeki sesler değiştikçe formül de bu sesleri müziğin içine alıyordu.
“Madem geleceğin sesi synthesizer, neden bunu şarkılarımda kullanmıyorum?” diyen Giorgio’ydu. Babası olduğu disco sound, 1981’de Soft Cell – Tainted Love ile ilk electro devrine girecek ve Yazoo’nun Don’t Go’su (1982) David Bowie, Cyndi Lauper, Depeche Mode, Erasure gibi 1980’ler rüzgarını başlatacaktı. Aynı formül zamanla bugünkü elektronik müziğe dönüşecekti.
Fragmantasyonla birlikte “geniş kitlelere tek basit formül” sarsıntıya uğrayınca TV ve sinemada JJ Abrams gibileri formülü hafifçe değiştirdi. Tek senaryoda içe içe geçmiş kompleks yapılar kurarak ve bunları sembolleştirerek kitleleri ekran başında tutmayı ve sosyal medyada konuşturmayı başardı.
Sihirli bir çözüm yok
TV ve müzik dünyası gibi, Story Board’dan demosuna, mecra seçiminden bütçe matematiğine kadar reklam dünyası da devasa formüllere dayanır.
“Hikâyecilik çok önemli”, “her şeyin ardındaki makine fikirdir” cümleleri kulağa hoş gelse de işin matematiği artık çok daha ön planda.
Sanatsal reklamcılık, verisel reklamcılığa dönüşüyor. “Varsaydıklarımız” yerini “bildiklerimize” bırakıyor.
Gerek sinemada gerek müzikte gerekse de tüm formül sahibi endüstrilerde ortak nokta şudur: Formülü tek gecede değiştirmeye kalkanlar yarı yolda kalırlar.
Reklam dünyasında da “yarın sabaha değişimi sağlayacak” sihirli bir çözüm yok.
Değişim artık “her günün” bir parçası. Formülü küçük adımlarla ama sürekli tazeleyerek virajı dönmek gerekiyor.
“Bütçemde dijitalin payını yüzde 20’ye çıkardım ama hâlâ bir değişiklik göremiyorum” cümlesinin ardındaki boşluk, bu bir gecede formülü devirme heyecanından kaynaklanıyor zaten.