Site icon MediaCat

Cem Yılmaz’ın evrak-ı metrukesi: Erşan Kuneri

Cem Yılmaz’ın evrak-ı metrukesi: Erşan Kuneri

“Meşhuriyet Çağı”nda insan şöhrete değil, şöhret insana sahiptir. Bir kez ağına düşmeye görün, ondan çıkış yoktur! Bu bakımdan meşhur olmak, şöhretin mahkûmu, mahpusu, mazlumu olmaktır.

Cem Yılmaz bu söylediklerimize bir tipik örnek. 2000’lerin başından itibaren “Türkiye’yi en çok güldüren adam” diye tescillenmiş şöhreti altında şu aralar denilebilir ki nefes alıp vermekte zorlanıyor o. Bugün 50’li yaşların olgunluğunda emekle kotarıp seyre sunduğu çalışmalar, hayli yüzeysel ve üstünkörü şekilde “yeterince komik olmadıkları” yargısı-yergisiyle acımasızca savsaklanıyor. Halbuki öncekilere kıyasla çok daha dikkate, ilgiye ve üzerinde düşünmeye değer çalışmalar var ortada. Ama işte Cem Yılmaz’ın “taşıyıcısı olduğu” şöhret, onun Türkiye’yi güldüren adam olmaktan öteye geçmesine izin vermiyor. Ha bire “artık eskisi kadar güldürmüyor” teranesiyle sosyal medya geyiklerine meze yapılıyor o…

Böyle, çünkü “Tiktok Çağı”nda Cem Yılmaz olmak zordur!..

Otofilmografik denemeler

Cem Yılmaz’ın 2019’da Karakomik Filmler 1’den başlayarak, şimdi ikinci sezonu gösterimdeki Erşan Kuneri dizisiyle devam eden performansında popüler kültür bağlamında çok değerli, arşivlik bir malzeme var ortada. Bu çalışmalarda komedi elbette var ama amaç olmaktan çok araç olarak var. Aslında Cem Yılmaz anılarını yazıyor, sahneye koyuyor ve oynuyor. Dolayısıyla izlediklerimiz, “hatırat” mahiyetli, Cem Yılmaz’ın “evrak-ı metrukesi” denilebilecek yapıtlar. Onun hayatından kesitlerin, bu hayatı biçimlemiş-yapılandırmış toplumsal-kültürel iklim aksettirilerek kurguya vurulduğu “otofilmografik” denemeler bunlar.

Konumuz olan Erşan Kuneri de Cem Yılmaz’ın Yeşilçam’a ilişkin “tanıklığı” olarak değerlendirilebilecek bir yapıt; daha iddialı deyişle, Yeşilçam’a yakılmış bir “komik-ağıt”. Onun kendisini üretmiş sinema çağına borcunu ödeme girişimi de sayılabilir bu. Çünkü Cem Yılmaz, popüler kültür bağlamında, evet, televizyon çağımızın şöhretidir ama sinema çağımızın çocuğudur. Pek çoğumuz gibi onun için de Yeşilçam, yaşadığımız coğrafyada bir “kültürleme” etmeni olarak hükmünü icra etmiştir.

Hepimiz Yeşilçam’da büyüdük!

Cumhuriyet Türkiyesi’nde Yeşilçam, hayallerimizin mimarı-fantezilerimizin inşacısı bir mitik-kültik tapınak sayılabilir. Özellikle 1950’lerden 90’lara kadar olan dönem için bu iddialı ifadeyi, elbette her bir onyıl için farklı ağırlıkta, dinamikte, inişler-çıkışlar eşliğinde temellendirmek mümkündür. Özel televizyonların hayatımıza damga vurmaya başladığı 1990-sonrası dönemin akışında da Yeşilçam yine bir maya olarak vardır.

Dolayısıyla Yeşilçam’a çok şey borçluyuz: Hayallerimizi olduğu kadar yanılsamalarımızı; fantezilerimizi olduğu kadar korkularımızı, ümitlerimizi olduğu kadar safdilliklerimizi, neşemizi olduğu kadar kederlerimizi; gözü karalığımızı olduğu kadar kaderciliğimizi, arzularımızı olduğu kadar bunalımlarımızı…

İşte tam bu çerçevede Erşan Kuneri, Yeşilçam’a ilişkin muzip ve eğlenceli bir eleştirel-çözümleme olarak karşımızda.

‘Erşan’ın babası, Sean Connery

“Erşan Kuneri”, köken itibarıyla Cem Yılmaz’ın G.O.R.A. (2004) ve Arif V 216 (2018) sinema filmlerinde seyirciye takdim ettiği, dünya sinemasında “James Bond” olarak ebedileşmiş (telaffuzu “Şan Kuneri” olan) Sean Connery’den fonetik olarak esinli bir karakter. Bu karaktere odaklı “spin-off” (koptu-türedi) dizi, 1970’ler Türkiyesi’nin seks filmleri furyasına referansla, porno film oyuncu-yönetmen-yapımcısı “Erşan Kuneri”nin (Cem Yılmaz) bu “şöhretten ikrah” (tiksinme) ile başka işlere yönelişinin hikâyesi olarak açılıp akıyor.

Bu akış içerisinde 1970’ler-80’ler Türk sinemasında yaygın ve klişe tarzlar iki sezon boyunca bölüm bölüm parodiye vurulmakta. 1960-70’lerin Kerime Nadir romanlarından uyarlama melodramlardan, 70’li-80’li yılların Ertem Eğilmez-Arzu Film merkezli (“kutsal”) aile komedileri ve tarihi güldürülerine açılan yelpazede neler neler yok ki bunlar arasında: Tarihî-fantastik, polisiye-avantür, dinî-efsanevî-mistik, köycü-toplumcu-solcu ve ağlak-arabesk film denemeleri. Hollywood esinli korku-gerilim ve bilimkurgu-süper kahraman filmleri. Televizyonun 1970’lerden itibaren Türkiye’nin popüler kültür akışında devreye girmesiyle bağlantılı şekilde o dönemin televizyon dizilerinden esinli yapımlar. Nihayet, 1980’ler Özal Türkiyesi’nin o unutulmaz, zımnen politik (“Zeki-Metin” diye simgeleşmiş) kabareleri…

‘Yaşar Usta’dan ‘Medet Usta’ya

Elbette bu parodilerde bol bol “güncelleme” de var. Örneğin, Bizim Aile’nin (1975, Yön. Ergin Orbey) unutulmaz karakteri; çocukları için canını feda etmeye hazır olan, kibirli-acımasız fabrikatöre “gözümde pul kadar değerin yok” diye diklenen “Yaşar Usta”nın (Münir Özkul) muadili “Medet Usta” (Cem Yılmaz, “Acı Baba”-S2B5) 50 milyonluk çeki duyunca sırra kadem basıp Maldivler’de soluğu alıveriyor!.. Yani Cem Yılmaz bu yapımları var eden dönemlerin toplumsal ruh ve zihin dünyası ile bugünün Türkiyesi’nde hayata, insana, aileye, hayallere-ideallere vs’ye dair anlayış ve algıdaki radikal değişimi kıyasa uğratarak parodileri üretmeyi ihmal etmiyor. Bu çerçevede elbette sık sık güldürüyor. Ama kanımca güldürmekten öte düşünce-kışkırtıcı olmayı hedefliyor. Sözkonusu döneme ilişkin tanıklıklarını biraz özlemle, biraz hüzünle ve ince bir eleştirellikle paylaşan, yer yer de trajedilerden beslenerek komedisini içeriklendiren bir Cem Yılmaz karşımızda.

Münir Özkul, Bizim Aile’de (1975) “Yaşar Usta”... - Cem Yılmaz, Merve Dizdar’la Erşan Kuneri/Acı Baba’da (2024) “Medet Usta”...

Gülmek ya da gülmemek: Mesele bu (mu?)

Fakat işte, başta dedik ya, şöhret başa bela… Cem Yılmaz ne yaparsa yapsın ne yazarsa yazsın ne anlatırsa anlatsın, kitlesel beklenti öncelikle komiklik. Onu ve yapıtlarını seyretmek için perdenin ya da ekranın karşısına, gülme refleksini derhal harekete geçirmesi koşullanmasıyla; üstelik her yeni yapıtta daha öncekileri komedi çarpanında aşması beklentisiyle geçiliyor. Tabii böyle bir beklenti ya da ön koşullanma ile filmlerin karşısına geçildiğinde “doğal” olarak ne kadar gülünebileceği, seyrin zevkine-keyfine nasıl varılabileceği de ayrı bir soru ve tartışma konusu…

Dolayısıyla “Cem Yılmaz” dendiğinde, olmak ya da olmamak gibi, gülmek ya da gülmemek; mesele bu… Erşan Kuneri ise gülmekle ağlamak arasında gelgitlerle örülü bir “ağıt-komedi”. Üstelik belli bir dönemin, 1970’ler ve 80’ler Türkiyesi’nin toplumsal, kültürel, politik, ideolojik dinamiklerine dayalı motiflerin yer yer oldukça nüanslı işlendiği bir çalışma bu. O yüzden de dizinin karşısında “çalışkan bir seyirci” olmak gerekiyor. Kitap okur gibi bir motivasyonla, konsantrasyonla, sabırla ve elbette mevzubahis döneme ilişkin bir parça bilgi ya da haberdarlıkla diziyi izlemek gerekiyor.

Sonuçta, Cem Yılmaz’ın yapıtları dün olduğu gibi bugün de önemsenmeyi hak ediyor. Salt komedi açısından değil ama. Bu coğrafyanın sosyal-kültürel değişme sürecine ışık tutması, popüler kültür tarihine ayna olması bakımından… Çizilen tiplemelerin “kültürel temsiller” olarak bu toplumun dünden bugüne biliş, duyuş, düşünüş, davranış ve eyleyiş biçimine ilişkin “tarihsel-sosyolojik” bir veritabanı sunması itibarıyla…

Erşan Kuneri de bu doğrultuda izlenmeli. Yer yer hüzünlü bir gülümsemeyle, yer yer kahkahaları dışa vurarak, yer yer de gözyaşlarını içe akıtarak!..

Exit mobile version