Bir süredir görüşemediğim yakın bir arkadaşımın Instagram paylaşımı dikkatimi çekiyor. Uzaktan çalışmanın yarattığı sorunlarla ilgili bir haber. Hemen göz gezdiriyorum. Bazı parçalar eksik olsa da ne zamandır aklımdan geçenlerin bir özeti gibi bu haber… DM’den bir konuşma başlıyor aramızda. Belli ki ikimiz de dertliyiz -ki beni tanıyanlar bilir, en başından beri uzaktan çalışma sistemini bir türlü sevemedim. Bu sistemin kalıcı olması fikri en büyük kâbusum hatta. Yani sitemkâr halim son derece anlaşılır. Ancak arkadaşım, benim kadar kötümser değil…di. Fakat o da sabrının sınırlarına dayanmış belli ki: “Dün kendi ofise dönüşümü ilan edemiyor muyum diye düşündüm!” diyor. Edemiyormuş. Ofisleri resmî olarak kapalı çünkü.
Ofislerden evlere taşınmamızın üzerinden tam iki mevsim geçti. Birkaç mevsim daha böyle geçecek gibi görünüyor. Diğer taraftan bütün bir yaz “Falanca ajans ofisini kapatıyormuş”, “Filanca holding hibrit çalışmaya kalıcı olarak geçiyormuş” söylentileri konuşuldu toplantı aralarında. Bu haberlere kimilerimiz sevindi, kimilerimizse (mesela ben) kaygıyla yaklaştı. Uzaktan çalışmanın yarattığı kısa vadeli faydalar aşikâr. Üzerinden tekrar geçip sizi sıkmayacağım, merak etmeyin. Ancak kısa-orta ve orta-uzun vadede uzaktan çalışmanın neden olacağı sorunlar bir süredir tartışılsa da konu hâlâ radar altı kalıyor gibi hissediyorum. Eh ben de çoktandır MediaCat Online’daki köşeme yazamıyordum… Benim için iyi bir konu başlığı oldu bu.
Evet, anlaşıldığı üzere bu yazımda biraz uzaktan çalışma eleştirisi yapacağım. Fakat odağımda sistemin kendisi değil, olumsuz yönde etkilediği ofis çalışanları olacak. Ben onlara “bulut-çalışanlar” diyorum: Hani cihazlarımızda yüklü olmayan, ihtiyaç duyduğumuzda kullandığımız, bulut hesabımızda sakladığımız uygulamalar var ya… Onların “çalışan” versiyonları işte.
Kendi ofise dönüşünü ilan etmeye hazırlanan arkadaşımla Instagram’da başlayan “uzaktan çalışma” konuşması, sonrasında başka arkadaşlarımla WhatsApp görüşmeleri, Teams sohbetleri şeklinde devam etti. Evden çalışmanın ilk haftalarında iş değiştirmiş biri olarak uzaktan çalışmayla ilgili bazı tespitlerim vardı ancak farklı arka planlara sahip arkadaşlarımın bu konuda ne hissettiklerini de merak ediyordum. “Uzaktan çalışmayla ilgili ne düşünüyorsun?” sorusunu yönelttiğim arkadaşlarımın neredeyse hepsi söze, “Başlangıçta uzaktan çalışmayı sevmiştim…” ile başlayıp “ama”larla devam ediyordu. Dahası bu “ama”lar belirli başlıklar altında toplanıyordu. Ben de o “ama”ları bir araya getirdim ve karşıma şöyle bir tablo çıktı:
Ama #1: Yarın yüze yüze bak(may)acağız
Ajans çalışanı bir arkadaşım, “Giderek agresifleşiyorum” diye söze girdi. Benzer şekilde başka bir arkadaşım, “Galiba insanlara karşı toleransımı kaybediyorum” diyerek uzaktan çalışırken duygu yönetiminin ne kadar zor olduğundan dert yandı. Hepimizin yavaş yavaş hissetmeye başladığımız, duygularımız üzerindeki bu kontrol kaybının nedeni ise marka tarafından bir arkadaşımın şu sözlerinde gizliydi: “Artık kimse kamerasını açmıyor. Kimin neye, ne tepki verdiğini görememek beni geriyor.”
Lie to Me dizisini hatırlar mısınız? Hani mikro-mimik uzmanı Dr. Cal Lightman, insanların yüz ifadelerini okuyarak içinden çıkılması zor olayları bir bir çözüyordu? Dr. Lightman kadar olmasa da hepimiz, gündelik olaylarda “ifade okuma” refleksimizden faydalanıyoruz. Bu refleksi 500 milyon yıllık göz evrimine borçluyuz. Zira sosyal ilişkilerimizin, gözümüzün şu anki halini almasında etkili olduğunu savunan bilim insanları var. Milyonlarca yıllık bir sürecin sonucunda geliştirdiğimiz, karşı tarafın duygu durumunu okuyarak kendi davranışlarımızı yönetmemizi sağlayan bu refleksimizi mücbir sebeplerle artık kullanamıyoruz. Hal böyle olunca duygu yönetimimiz zorlaşıyor ve kendimizi normalde vermeyeceğimiz tepkiler verirken buluyoruz. Empati yeteneğimizi kaybediyoruz da diyebiliriz.
Yüz yüze iletişim kaybının neden olduğu bir diğer sorun ise kendini sosyal kontrol mekanizmalarında gösteriyor. Ben buna kısaca “yarın-yüz-yüze-bakacağız-freni” diyorum. İş arkadaşlarımızla herhangi bir konuyu tartışırken, kullandığımız kelimeleri dikkatli seçmemizi sağlayan bir kontrol mekanizması var: Yarın ofiste, aynı masanın etrafında bir araya gelecek olmak. İşte bu sosyal durum, bilinçli bir şekilde ya da farkında olmadan, ikili ilişkilerimizi daha kontrollü yönetmemizi sağlıyor. Bazen bağlantı sorunları nedeniyle bazen paşa gönlümüz istemediği için kameramızı açmadığımız bir dünyada böyle bir “fren”den bahsedebilir miyiz? Karşı tarafla göz göze gelmedikçe kelime seçimlerimizi daha dikkatli nasıl yapabiliriz?
Ama #2: My office is my temple
Göbeklitepe’deki arkeolojik çalışmalar gösteriyor ki insanlar, bir inanç etrafında toplanmak için 12 bin yıldır yapılar inşa ediyorlar. Yani bir fikri, bir ideali paylaşmak için bir çatı altında bir araya gelmeye doğal olarak ihtiyaç duyuyoruz.
Diğer taraftan son dönemlerin trend yönetim yaklaşımı bize, insanları “bir inanç” etrafında toplamamız gerektiğini söylüyor. Hatta popüler yönetici figürlerinden Elon Musk’ın bu konu hakkında şöyle bir sözü var: “Bir şirket için saatlerinizi harcamak zor, bir neden (inanç) içinse kolay.” Benzer şekilde Apple, Google gibi teknoloji devleri kurum kültürleri etrafında şekillenen ofisleri için milyonlar harcıyorlar. Hatta öyle ki ofisler, bir dönem, işveren marka stratejilerinin en önemli unsurlarından biriydi.
Pandemi nedeniyle neredeyse bir yıldır ofislere gidemez olduk. Pandemi öncesinde başlayan “akıllı ofis” akımıyla zaten birçok büyük şirket daha küçük metrekarelerde daha çok çalışanı bir araya getirmeye başlamıştı. Bazı şirketlerde üst düzey yöneticilerin dahi bir odası hatta masası bulunmuyordu. Ancak pandemiyle birlikte diğer şirketler de ofislerini küçültme ve dahası kapatma noktasına geldiler. Pandeminin neden olduğu ekonomik belirsizliğin içinde önemli bir sabit maliyeti ortadan kaldırmanın arkasındaki mantığı anlamakla beraber, yıllardır üzerine yazılıp çizilen ve şirket kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğuna inanılan ofislerden bu kadar çabuk vazgeçmek de açıkçası beni biraz tedirgin ediyor.
Çalışan değişim hızının yüksek olduğu bir sektörde çalışıyoruz ve ofisler, o ofislerde cuma günleri yapılan “happy hour”lar, yeni çalışanların eskilerle kaynaşabilmesi ve ajans kültürünün bu sohbetler üzerinden aktarılabilmesi için bir araç. Şimdi o araçtan yoksunuz ve giderek ajanslar birbirini tanımadan, ajansın kültürüne (çok ulvi bir noktaya gitmeye gerek yok; en azından çalışma şekline) hâkim olmadan çalışmaya çalışan, nam-ı diğer “bulut-çalışanlar” ile dolmaya başlıyor. Bir arkadaşım bu durumu şöyle dile getiriyor: “Tanıdığım, nasıl çalıştığını bildiğim insanlarla birlikte evlere kapandık, bir şekilde yürüttük de. Ancak bu sürede birçok insan istifa etti, yerlerine bir sürü insan geldi. Hiçbirini hayatımda bir kez olsun görmedim. Hiçbiriyle duygusal hiçbir şey paylaşmıyorum. O yüzden biri ayrılmış ya da biri gelmiş artık önemsemiyorum.” Ajansta yeni başlayan bir arkadaşımla ofiste karşılaştığımda ise şunları söyledi: “Ofise gelene kadar iş değiştirdiğimi hissetmemiştim. Sanki aynı işi, sadece başka markalar için yapıyorum gibi geliyordu. Ofisi gezip kendi masama yerleşince ‘Medina’da başladım’ dedim.”
Ajanstan ayrılmaya son derece kararlı olsa da masasını toplamaya başlayınca gözleri dolan insanları gördüm, kendinden önce ofise eşyaları gelenleri de… Ofisler bizi bir şekilde çalıştığımız kuruma daha bağlı hale getiriyor. Çalışılan kurumla tek bağın buluttaki bir e-mail hesabı olduğu noktada, çalışan bağlılığından ne kadar söz edebiliriz?
Ama #3: Arkadaşlık hatrına…
İnsanı insana insanca anlatmaya çalışan bir mesleği icra ediyoruz. Bu kadar insan merkezli bir iş yapınca da “profesyonellik” kuralları çoğu zaman kitaplarda kalıyor haliyle. “Arkadaşlık hatrı” önemli bir verimlilik unsuruna dönüşüyor. Hem kendi deneyimim hem de arkadaşlarımın deneyimlerinden gözlemlerim şunu gösteriyor ki ekip içindeki arkadaşlık ilişkisi ne kadar kuvvetliyse o ekibin iş performansı o kadar yüksek oluyor. Arkadaşlarımı kırmamak için -sürecin bütün amatörlüğüne rağmen- beş saatte Effie vakası yazmışlığım var. Garip olan, üzerinde haftalarca çalıştığım vakalardan bazıları bronz dahi kazanamazken o vakanın Altın Effie kazanması… “Arkadaşlarımı yüzüstü bırakamam” birçok şeyden daha güçlü bir motivasyon kimi durumda. Profesyonellik ancak bir yere kadar işleyebiliyor.
Konkurlar, mesailer… Ajans insanlarının çoğu zaman şikâyet ettikleri şeylerdir. Ancak şikâyet edilen bu unsurlar, ajans içinde arkadaşlık ilişkilerinin güçlenmesine de vesile olur. (Tam tersi durumlar da yaşanabilir tabii.) Mesaide birlikte yemek yemenin, konkura çalışırken dışarıda buluşup bir şeyler içip sohbet etmenin ikili ilişkilere faydası çoktur. Çalıştığınız kurumla yol ayrımına düşseniz bile çalışma arkadaşlarınızla kurduğunuz ilişkiler çoğunlukla devam eder. Bu yüzden olsa gerek, sektörde yıllardır beraber çalışan “couple”lar var ve bu “couple”ların birçoğu önemli işlere imza atmış insanlar.
Şimdi aynı unsurların yani konkur ve mesailerin devam ettiğini düşünün. Ama bir farkla. Çalışma arkadaşlarınızla Teams toplantılarında bir araya geliyorsunuz. Brief alıp brief veriyorsunuz ve sonrasında herkes kendi köşesine çekiliyor… Böylesi bir ortamda “efsane couple”lar nasıl ortaya çıkabilir ki? Arkadaşlık hatrı, arkadaşça bir şeyler paylaşmamış bulut-çalışanlar arasında da gelişebilir mi?
Bernbach’ın da dediği gibi değişimi konuşmak moda olsa da asıl mesele kolay kolay değişmeyecek, milyonlarca yılda edinilmiş davranışları anlamak ve koşullar ne olursa olsun insanın özünü unutmamak sanırım. Yani uzaktan çalışma, ev-ofis, hibrit çalışma gibi havalı kavramların büyüsüne kapılıp yıllar içinde geliştirdiğimiz refleksleri görmezden gelmemeliyiz.
Son olarak benzer olayları, benzer dönemlerde yaşamış, üç aşağı beş yukarı benzer davranışları gösteren, huyunu suyunu bildiğiniz akranlarınızla ve gözlemleme şansı bulduğunuz genç nesillerle uzaktan çalışmak yukarıda saydığım tüm bariyerlere rağmen nispeten kolay. Peki daha önce tanışmadığınız, hiçbir ortak yönünüzün olmadığı yeni nesillerle uzaktan nasıl çalışacaksınız? Ofisleri kapatıp, sonsuza dek buluttan çalışmaya geçmeden önce bunu bir düşünün derim.