Usta İşi’nin yeni konuğu, hayatının her döneminde kamera ve tiyatro sahnesinin yıldız oyuncularından, 1939 doğumlu Suna Selen. Kendisiyle, sosyal mesafe kurallarına uyarak, kendisinin de müdavimi olduğu Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde buluştuk. Sohbetin hepimizin zihninde yer edeceğinden şüphem yok.
Bu hayat size ne öğretti Suna Hanım?
Hayat bana 94 senesine kadar hiçbir şey öğretmedi. Sadece, ben istediğim gibi yaşadım. Fakat 94 senesinde Diyarbakır’a tayin oldum ve işte o zaman hayatta kalmayı öğrendim. Çünkü bizim oraya gittiğimiz dönem yoğun olaylar vardı. Köşede kesik başlar, Hizbullah olayları, beyaz arabaların arkasına bağlanarak sürüklenen insanlar gibi. Paniğe kapılmamayı öğrendim. Yollarda yürüyemiyorduk, dolayısıyla orada ilk kez bir salonda spora başladım.
Hiç unutmam, iki kişilik bir oyun oynuyoruz o dönem, provada bir okuma yapıyoruz ve yoruluyoruz. Oyunun yönetmeni karşımıza geçip; “Bu oyunu provada üç kez devirmezseniz ben bu oyunu sahneye koyamam” dedi, biz de oturduk düşündük; bir spor salonuna kayıt olduk ve orada fitness yaparak nefesimizi açmaya başladık. Bu sebeple provalarda yorulmadan çalışıp oyunu çıkarmayı başardık. O zamandan beri spor salonuna gider, spor yaparım. Bu pratik, tüm hayatımı değiştirdi.
Madem konu açılmışken oralılara minnetlerimi sunmak isterim çünkü bana yardımseverliği öğrettiler; “Siz bize hizmet etmeye geldiniz, siz bizi aydınlatmaya geldiniz” derlerdi. Bizi o kadar korudular ki hiç unutmuyorum bunu. Yani özetle 50 küsur yaşımdan sonra ben hayatta kalmayı, yaşamayı öğrendim. Hatta 50 yaşımdan sonra büyüdüm diyebilirim. Öncesinde sadece isyan etmekle meşguldüm, uyum sağlamayı bilmiyordum.
Sizin isyankâr olduğunuzu hiç düşünmemiştim. Zarif ve uyumlu bir izlenim veriyorsunuz hep…
Artık değilim ama eskiden öyleydim. Diyarbakır’da çalıştığımda öğrendim bunu. O döneme bakarsak, oraya gitmeyi ben istemiştim. Diyarbakır tayini isteme nedenim, o dönem orada tiyatroculara maaşın üstüne 350 küsur lira olağanüstü hal farkı veriyorlardı. İki buçuk yaşında yetim kalan oğlum vardı, onu üniversite hazırlığa yollamak için paraya ihtiyacım vardı. Bu sebeple tayinimi oraya istedim. İyi ki istemişim, orası bana hayata uyum sağlamayı öğretti özetle. Sakin olmayı, dengede durmayı öğretti. Çünkü yaşamak için başka şansımız yok.
Size gelen bir rol teklifini değerlendirirken öncelikleriniz neler?
Bir rol teklifi gelince düşünüyorum; yapabilir miyim, yapamaz mıyım? Önüme her rol geldiğinde kendimi çok çalışmak zorunda hissediyorum; çok çalışmak, çok araştırmak… Hiçbir şeyi alıp buradan şuraya kolayca sokamıyorum, daha iyi olsun istiyorum. Bir rolü küçük parmağıyla bile oynayabileceklerden değilim, ben o role elimi sokacağım çıkaracağım, olmadı yıkayacağım; kendimden katıyorum ben oynarken.
Kendinizi büyük oyuncu olarak görmemenizin nedeni nedir?
İyi oyuncu olmak başka, büyük oyuncu olmak başka şeyler. Ben kendime hayran değilim belki de sebebi budur.
Yaratıcılığınıza, gelişiminize iyi gelen, ilham veren şeyler neler?
Etrafa çok bakıyorum, durmaksızın gözlemliyorum. Mesleki deformasyon olarak kabul ediyorum bunu artık. İşime yaramayacak durumları hemen unutuyorum ama işime yarayacağını düşündüğüm şeyi saklıyorum. Bunlar dışında mesela tekrar tekrar izlediğim filmler var; Emir Kusturica filmlerini çok seviyorum. Kızım sinema doktorası yapıyor ve Kusturica filmlerine sevgime kızıyor, çok oryantalist buluyor. Biz Rumeli göçmeniymişiz, belki küçüklükte dinlenen müzikler ve anlatılan hikâyelerden bir şeyler buluyorumdur o filmlerde. Her şeyin çocukluğumuza bağlı olduğunu düşünüyorum zaten. Hatta Diyarbakır’da yaşadığım dönemden bahsettim o kadar; çocukluğumla ilgi bir nedenden ötürü bana iyi gelmiş olabilir o Diyarbakır dönemi de. Çünkü 1939 doğumluyum ve 1945’e kadar İstanbul’da İkinci Dünya Harbi’nin içindeydim.
Bu başarının bir sırrı var mı?
Hiç bilmiyorum! Sadece, hep çalıştım ve işsiz kalmamaya gayret ettim. Ben hasbelkader fotoğraf çekerdim bir dönem. Harp senelerinde ise insan çok yalnız kalıyor, hele ki tek çocuksa… Hastalanıyordum, ateşleniyordum ve kimse benimle ilgilenmiyordu. Annem beni yatakta bırakıp ekmek kuyruğuna falan gidiyordu. Hastalık türleri de gırlaydı. Annemin bir arkadaşı bir resim defteri getirdi, oturdum bir şeyler çizmeye başladım, eski ahşaptan bozma evimizdeki komşular gelip gidip resimlerime bakıp beğeniyorlardı. Hayatımda ilk defa ilgi çekmiştim! Herkes canının, aşının peşindeydi ve kimse kimseyle ilgilenmiyordu, öyle bir durumda ilgi görmek beni büyülemişti.
Ressam olmaya karar verdim önce. Sonra, Atatürk Kız Lisesi’nde okuyordum, müsamerelere çıktığımda beni görüp çok yetenekli bulmuşlar. Müdire hanım babama, beni konservatuvara göndermelerini söylemiş. Annemle babam hukukçu oldukları için çok karşı çıktılar buna. Onlar benim avukat olmamı istiyorlardı çünkü. Bir yıl onların isteğiyle hukuk okudum ve 18 yaşıma basınca kendi kararlarımı vermeme izin verdikleri için okulu bıraktım. Konservatuvara başladım önce, ardından akademinin imtihanlarına girip kazandım. 56-57 senelerinde akademiye gitmek ailemi korkutmuştu. Çünkü o dönemler oyunculuk yapmak parasızlık ve ahlaki açıdan yanlış tercihler yapmak demekti. Tam o dönem âşık olmasam da uygun biriyle evlendirdiler beni. Kayınvalideme minnetarım, akademiye devam etmem için destek oldu bana. Resim yapmaya devam ettiğim dönemlerde hamile kaldım, boya kokusu midemi bulandırdığı için resim yapma maceramı orada bıraktım. Bebeğimin henüz doğduğu zamanlar eşim de ressamdı ve iyi para kazanmadığı için ailesi destek oluyordu.
Suna Hanım, dünya sizce güzel bir yer mi?
Dünya güzel bir yer mi bilmiyorum ama yaşamak her şeye değer.
Bunca şey sormuşken, özel hayatınızdan bağımsız olarak aşkın anlamını da sormak isterim size.
Aşk, insanın umuda ihtiyacı olmasıdır. Aklıma şöyle bir anım geldi; iki evliliğimden sonra, bir gün Kıbrıs’a oyuna gidiyordum. Ben her yakınım yola çıkarken arkasından su dökerim. O sabah erken vakitti, bir kişi beni yolculasın istedim. Kimse yoktu, kocaman valizimi sürükleye sürükleye yola çıktım. Hüzünlü hüzünlü havaalanına gidip, koltuğa oturdum. Sağ tarafımda bir cam kapı vardı. Güneş yeni doğmuştu, bir huzme giriyordu içeriye. O huzmenin içinden bir siluet belirdi, yanıma doğru yürüyerek gelen bir adam vardı. Birbirimize gülümsedik, ben o adama âşık oldum. Daha sonra oyunumuzu oynadık ve İstanbul’a döndükten sonra evlendik. Güner Sümer’di, aşkı sorduğunuzda aklıma gelen adam.
Kariyerinize dönüp bakarsak, yer aldığınız hangi proje en güzeliydi diyebiliriz?
Tiyatro için diyemem asla ama kendim için büyük başarı sayabileceğim dönem Pamuk Prenses ve 7 Cüceler’di. Kraliçe rolü vermişlerdi bana, yapımcımızın karşısına geçip son derece kararlılıkla cadıyı da oynamak istediğimi, kabul etmezlerse kraliçeyi oynamayacağımı söyledim. Tiyatrocuyum ben, iki rolün de hakkını verebileceğimi biliyordum ve eğer cadıyı da ben oynamazsam çok ağırıma giderdi. Kabul ettiler! İşte o proje benim film kariyerimdeki en güzel projeydi diyebilirim.
Peki ya ünlü olmak, ünlü olmanın hiç rahatsızlığını yaşadınız mı?
Sadece bir kere rahatsız oldum. Onun haricinde insanların ilgisinden hiç rahatsızlık duymadım. Zaten oraya çıkıp bütün insanlara bir şey anlatıp, kendimi sergiledikten sonra insanlar bana ilgi duymasınlar dersem “haydi canım” desinler bana! Bunu yapmak terbiyesizliğin, düşüncesizliğin dik alasıdır! Yalnız bir tek defa benimle fotoğraf çektirmek isteyen birine hayır dedim, onu da çok kabalıkla söylemedim. Ressam eşimden olan ilk oğlum 2006 senesinde vefat etti, Antalya’ya gidip onu gömdüm ve geri döndüm İstanbul’a. Evime doğru yürürken biri benimle fotoğraf çektirmek isteyince müsaade isteyip kabul etmedim. Aslında rahatsızlık da sayılmaz, onlar ne bilsin o an nereden geldiğimi…